24 Kasım 2018 Cumartesi

YOKSULLUK VE EĞİTİM (2) "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" Ankara, 17.02.2010 - Yoksulluk ve eğitim kavramları sanki birbirleriyle hiç ilişkisi yokmuş gibi bir görünüm vermektedirler. Aslında gerçek yaşam düzeni içerisinde bu iki kavramın konumuna bakılırsa, birbirleriyle fazlasıyla yakın ilişki içerisinde oldukları görülmektedir.

YOKSULLUK VE EĞİTİM (2) 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 17.02.2010
Yoksulluk ve eğitim kavramları sanki birbirleriyle hiç ilişkisi yokmuş gibi bir görünüm vermektedirler. Aslında gerçek yaşam düzeni içerisinde bu iki kavramın konumuna bakılırsa, birbirleriyle fazlasıyla yakın ilişki içerisinde oldukları görülmektedir. İnsan toplumlarının iç dinamikleri arasındaki bağlar ele alınmağa başlandığında, belirli toplum yapılarında geleneksel bağlar ve ilişkiler incelenmeğe kalkışıldığında, eğitim ve yoksulluk arasındaki görünmez yakınlıklar öne çıkmağa başlamakta ve bunun sonucu olarak da her iki kavramın nasıl birbirini etkilediği göze çarpmaktadır. Yoksulluk olgusu bir toplumun içine sürüklendiği olumsuz bir yapılanmayı nasıl gösteriyorsa, böylesine istenmeyen bir durumun ortaya çıkmasında eğitimin rolü önem taşımaktadır. Eğitim düzenindeki yetersizlikler ya da geriliklerin, bir toplumun yoksulluk çemberine sürüklenmesinde önde gelen bir etkiye sahip olduğunu kanıtlaması, bu iki kavram arasındaki bağlantının ne derece yakın olduğunu ve birbirini doğrudan etkileyecek kadar ön planda olduğunu doğrulamaktadır. Yoksulluk kötü ve istenmeyen bir durum olduğuna göre , böylesine bir geriliğin gündeme gelmesinde ya da ortaya çıkmasında eğitimin görmezden gelinemeyecek rolü olduğu da kabul edilmek durumundadır .

İnsanlık tarihi incelendiğinde, her dönemde insanoğlunun yaşamak için bütün zorluklar ve engellerle nasıl mücadele ettiği daha iyi anlaşılmaktadır. Dünya koşullarının zorluklarını yenmeyi başaran insanoğlunun, yaşamı sürdürme konusunda başarıya ulaşmasından sonra daha iyi yaşamanın yollarını aradığı ve bu doğrultuda her geçen gün daha gelişmiş bir yaşam düzeni oluşturmaya yöneldiği anlaşılmaktadır . İnsanlık tarihin her döneminde sınavlardan geçmiş ve bugünkü aşamaya gelmeyi başarabilmiştir. Günümüz dünyasında var olan uygarlık düzeni bir anlamda insanoğlunun doğaya ve yeryüzü koşullarına karşı sürdürdüğü mücadelenin başarıya ulaşmış olan bir sonucudur. İlkel toplumdan uygar topluma geçiş sürecinde yaşanan on bin yıllık tarih dilimi insanoğlunun ne gibi mücadelelerden geçerek bugünlere geldiğinin açık göstergesidir Milyonlarca yıllık bir geçmişe sahip olan yeryüzünün son on bin yıllık diliminde gelişen uygarlık olgusu ,bugün sahip olunan yaşam düzeninin arkasında yatan temeldir. Mağara kovuğunda başlayan insanoğlunun yaşamı bugünün koşullarında uzay istasyonlarında devam ederken, inkar edilemiyecek bir gelişimin yaşandığı görülmektedir . Diğer canlıların arasından akıl gücünü kullanarak kopan insanoğlu , gene beyninin gücünden yararlanarak ,bugün biyolojik canlılar dünyasının dışına çıkan bir yaşam düzenine bilim ve teknolojik alanlarda gerçekleştirilen devrimlerle ulaşabilmiştir . Bilim ve teknolojinin başdöndüren gelişme hızı ,insanoğlunu doğal yaşamının içinden alarak başka yerlere sürüklemiş ve bugün gelinen noktada artık insanlığın ötesindeki bir bir birikimin dünyayı ve insan topluluklarını yönetir bir konuma geldiği görülmektedir. Bilimin ve teknolojinin verilerini elinde toplayan bir avuç azınlık , bütün dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir yaşam düzenine zorlar bir konuma gelmiştir.

İkinci dünya savaşı sonrası yıllarda kaleme alınan bir romanda açıkca belirtildiği gibi insanlar yeryüzündeki her attıkları adımda izlenmekte,dinlenmekte ve uzaktan kumandalı yöntemlerle yönlendirilmeğe çalışılmaktadırlar . Büyük birader adı takılan teknolojik imparatorluğun azınlık yöneticileri ,sahip olunan bilimsel ve teknolojik verilerle bütün dünyayı kendi sömürgeleri düzeyine indirmeğe çaba göstermekteler,ellerindeki bilimsel ve teknolojik gücü bu doğrultuda kullanarak bütün dünyayı insanlık için yeryüzü hapishanesine çevirmektedirler.Eskiden sosyalist ülkelerde görülen açık hava hapishanesi görüntüleri bugün yeryüzünün bütün ülkelerinde göze çarpmakta ve bilimsel-teknolojik üstünlüğün sahipleri yeni bir azınlık hegemonyasını yedi milyarlık dünya nüfusuna dayatmaktadırlar. Doğudan batıya kayan uygarlık tarihinin gelinen en son aşamasında batı merkezli uygarlık düzenini ellerinde tutan azınlıklar ,bütün dünyayı kalıcı bir sömürge düzenine dönüştürebilme doğrultusunda koşullarnı zorlamakta ve kendilerinin dışında başka bir güç merkezinin öne çıkmasını önlemeğe çalışmaktadırlar . Sahip olunan bütün bilimsel ve teknolojik veriler bu doğrultuda bir avuç azınlığın çıkarları doğrultusunda kullanılmakta bu küçük grup giderek azgın bir azınlığa dönüşürken, bilimsel ve teknolojik veriler insanlığın ortak çıkarları aleyhine kullanılabilmektedir.Yeryüzünde ortaya çıkan bütün gelişmeler üstün güçlerin yönetimlerinin ya da yönlendirmelerinin sonucu olarak gündeme geldiği için günümüzde yaşanmakta olan büyük yoksulluğun arkasında böylesine bir küresel yapılanma bulunmaktadır. Her geçen gün daha da azgınlaşan mutlu azınlık yüzyılların emperyal düzenine devam etmek ve bütün dünyayı yeniden daha sıkı bir sömürge imparatorluğuna dönüştürebilmek üzere dünya halklarına saldırıya devam etmekte ve her fırsatta baskı ve güdümleme girişimlerini tırmandırmaktadır.İşte böylesine haksız ve ölçüsüz bir dünya düzeninin doğal sonucu giderek artan yoksulluk ve işsizliktir .

Dinsel baskının önplanda olduğu ortaçağ döneminden rönesans ve reform devrimleriyle çıkmayı başaran insanlık, sonraki aşamada batı merkezli bir emperyal döneme sürüklenince,bütün dünya kıtalarını Avrupa ülkeleri ele geçirmiş ve kendilerine bağlı olarak kurmuş oldukları sömürge imparatorluklarıyla dünya zenginlerini kendi ülkelerine taşımışlardır . Tam anlamıyla bir vahşet ve insanlık dışı ekonomik ve siyasal düzenler , emperyal dönemde gündeme gelmiştir . Batı Avrupa’nın altı ülkesi dünya kıtalarını bölüşerek oluşturdukları sömürge imparatorluklarıyla beşyüz yılı aşkın bir süre sülük gibi dünya halklarının kanlarını emmişler ve her yönü ile bir sömürüyü insanlığı yokedercesine dünya halklarının tepesine dikmişlerdir. Kapitalizm bir sistem olarak böylesine acımasız ve insafsız bir sömürü düzeninin adı olmuş,uluslararası sistem batının emperyal ülkelerinin dayatmaları yüzünden evrensel bir kapitalizm olgusunun batağına düşmüştür . Batı Avrupa ülkelerinin sömürge imparatorlukları üzerinden bütün dünyaya yayılan uluslararası kapitalizm daha sonraki aşamalarda gene uluslararası düzeyde bir de sosyalizmin tepki olarak öne çıkmsına neden olmuştur . Sömürgelerden getirilen zenginlikler batı Avrupa ülkelerinin merkantalizmden kapitalizme geçişlerini sağlamış, zenginliklerin birikmesiyle büyük sermaye birikimi öne çıkmış ,kapitalm sahipleri de küçük işletmeler ve atölyelerden fabrikalar düzenine geçmiştir . Her fabrika açılışı bir işveren ve bin işçiyi beraberinde getirince ,batı toplumlarında hızlı bir sınıflaşma yaşanmış ve Fransız devrimi sonrasında gündeme gelen ihtilalci sendikalizm akımının tepki örgütlemesiyle I848 ihtilalleri bütün Avrupa ülkelerinde birbirini izlemiştir . Bu ihtilaller Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkan işçi sınıfı ve çalışan halk kitlelerinin hak arayışları doğrultusunda gelişmiş ve batının kapitalist ülkelerini derinden sarsmıştır .Bu devrimci girişimlerin sonuçsuz kalması , çalışan kitlelerin daha iyi yaşama koşulları doğrultusunda istediklerini elde edememesi nedeniyle , batı kapitalist sisteminde sermaye birikimi ile beraber yoksulluk olgusu da birbirine paralel çizgide gelişmiştir .

Patronların ağa babası Alman işadamı Rotschild Das Kapital’i yazması için Karl Marks’a para verdikten sonra ,çalışan kitlelerin kontrolu altındaki Sendikalizm hareketinin önü kesilmiş ve patronların kontrolu altında kapitalist sistem içi dengelerin oluşturulmasına yönelik bir sosyalizm oluşumunun önü açılmıştır . Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Avrupa ülkelerindeki iç politik gelişmeler incelenirse ihtilalci sendikalizmden Marksst etiketli bir sosyalizme doğru geçiş başladığı görülmektedir . Bu aşamada Dönek Kautsky’ler ve yoksul kitleleri sokağa döken Rosa Lüksemburglar ile patronlardan para alarak işçi sınıfını provoke ederek yanlış yollara sürükleyen bir sürü sol görünümlü sağa hizmet eden politikacı tarih sahnesinde öne çıkarak patronlara hizmetlerini sürdürmüşlerdir. Paris Komünü olayı üzerine sermaye sınıfı sosyalist ve sol hareketleri bütünüyle kendi kontrolları altına alarak , işbirlikçi besleme politikacılar aracılığı ile yoksul kitleleri yönlendirmişler ve bu yüzden bir türlü kapitalizme alternatif olduğu söylenen sosyalizm batı demokrasilerinde serbest seçimler yolu ile iktidara gelememiştir . Karl Marks’ın yazdıklarının aksine, kapitalizm tezi anti tez olarak sosyalizmi geliştirememiş ama göstermelik bir alternatif olarak demokrasi olduğu iddia edilen batı rejimlerinde kapitalist ve liberal partilere göstermelik alternatif sosyalist partileri birer süs olarak tutmuşlardır. Sendikaların güçlenmesiyle Sendikalizm yolundan eşit hak ve özgürlüklere sahip olarak yoksulluk batağından kurtulabilecek işçiler ve çalışan halk kitleleri , sermayenin denetimi altındaki göstermelik solcu ve sosyalist partilerle zaman yitirmiş ve hiç bir zaman gerçek anlamda hak ve özgürlük mücadelesi veremedikleri için yoksulluk çıkmazından kurtulamamışlardır . Sendikalara giremeyen patronların adamları göstermelik sol partiler kurarak yoksulhalk kitlelerini umut tacirliği ile oyalamışlar ve böylece kapitalizmin gelişmesine katkıda bulunularken, çalışan halk kitlelerinin yoksulluk batağında giderek erimelerine ve insanlıktan uzaklaşmalarına aracı olmuşlardır .Paris Komünü gibi ikinci bir olayla karşılaşmak istemeyen batılı kapitalistler sosyalizmi de liberalleştirerek sosyal demokrasi adı altında yeni bir akımı örgütlemişler ve işbirlikçi ajanlar aracılığı ile işçi sınıfının yönetici kadrolarını da sömürüye ortak ederek, çalışan kitlelerinin temsilcisi bir avuç yöneticiyi zengin ederek onların Truva atı olarak kullanılmasıyla çalışan halk kitlelerinin yoksulluk içinde bocalamasının sürdürülmesini sağlamışlardır . Böylece bir avuç işbirlikçi solcu ve sendikacı aracılığı ile batı kapitalizmi çalışan halk kitlelerinin yoksulluk çemberi içerisinde sürekli hapsolmasını sağlamışlardır .

Günümüzde hala devam eden ve bir türlü yok edilemeyen yoksulluk insanlığın bir kaderi değil, aksine batı emperyalist sisteminin bütün dünyaya zorla dayatmış olduğu evrensel kapitalist sistemin bir olumsuz sonucudur. Kapitalizm adı üstünde bir sermaye düzeninin adıdır ve bu sermayenin bir avuç azınlığın elinde biriktiği ekonomik sistemi temsil etmektedir. Sömürgecilik yolu ile büyük paralar kazanan batılı kapitalist çevreler kurmuş oldukları gizli örgütler aracılığı ile sahip oldukları zenginlikleri korumak ve bunu bütün dünya ülkelerini zorla kabül ettirebilmek için akla gelen her türlü yolu denemişler, gizli toplantılarda aldıkları kararlar ile büyük komploları devreye sokmuşlar,insanlığı sürekli olarak korkutarak azınlık yönetiminin sürekliliğini sağlamışlardır. Korku ve baskı düzenlerini zaman zaman savaş senaryoları besledikçe insanlık iyice çaresiz bir duruma sürüklenmiş ve sürekli olarak sıcak çatışmalara provakasyonlarla yönlendirilen halk toplulukları bir türlü kendilerini bularak ve toparlanarak geçim dertlerini çözememişler bu yüzdende yoksulluktan kurtulamamışlardır. Kapitalizmin ajanları sermaye merkezlerinden aldıkları emir ve paralarla, gizli sermaye ve patron örgütlerinin kararları ve yönlendirmeleri doğrultusunda hareket etmişler , içine girdikleri halk kitlelerini ve ulusal toplumları çeşitli siyasal senaryolara alet ederek, sermaye sahibi azgın azınlığın daha fazla zengin olmalarına yardımcı olmuşlar ve dolaylı olarak da çalışan halk kitlelerinin yoksulluk çemberi içinde ellerini ve kollarını bağlayarak daha adil ve eşitlikçi bir düzenin oluşumunun önüne set çekmişlerdir . Demokrasi içerisinde sosyalist ya da sol partilerin tam anlamıyla iktidara gelmelerine çeşitli provakasyonlarla engel olmuşlar,bu partilerden medet uman yoksul halk kitlelerinin çaresizlik uçurumuna sürüklenmelerine neden olmuşlardır . Fransız devrimi sonrasında uygulamaya geçen batı tipi demokrasilerde hiç bir zaman yoksullar için kalıcı bir çözüm üretilememiştir çünkü hep sermaye sınıfı ve zenginlerin istedikleri olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında,New York ve İsviçre ‘de örgütlü olan Dünya devleti destekli bir Sovyet devrimi gerçekleşmiş ve buna bağlı bir sosyalist sistem batı dünyasının dışında doğu ülkelerini kapsayacak biçimde New york borsasından alınan para yardımıyla örgütlenmeğe çalışılmıştır. Amerikan borsasının pharasıyla bir Kızıl Ordu kurularak devlet zoru ile sosyalist sistem Rusya üzerinden doğu dünyasına yayılmak istenmiştir. Marks’ın öngördüğü üzere sosyalist ihtilalin gelişmiş batı ülkelerinde gerçekleşmesi böylece önlenmiş ,yoksul halk kitleleri ve dünya ulusları için yeni bir umut kaynağı olarak sosyalist sistem kızıl ordu gücü ile bütün Asya’ya yayılmıştır. Ne var ki, soğuk savaş yıllarında Yugoslavya gibi bir ara ülkede Milovan Cilas’ın deyimi ile yeni bir sınıf ortaya çıkarak, batı kapitalizmi ile işbirliği yapmağa soyşunmuştur. Yugoslavya’da başlamış olan yozlaşma hızla bütün sosyalist ülkelere yayılmış ,batının gizli örütlerine giren göstermelik solcu ve sosyalist yöneticiler yeni sınıf olgusunu bütün sosyalist ülkelere taşıyınca , devlet merkezli sosyalizmin yoksulluğun önlenmesinde bir ilaç olamıyacağı anlaşılmıştır. Sosyalist ya da komünist tek parti yönetiminin iktidarda bulunduğu sosyalist ülkelerde proleterya gücü burjuva sınıfnf yani azgın azınlık konumundaki sermaye kesimini yokedeceğine , işçi sınıfı yönetimi içinden çıkan bir işbirlikçi kesim yeni bir sınıf olgusu yaratarak prolmeteryaya ihanet etmiştir . Yeni sınıf proleteryaya ihanet ederken sosyalist sistemin çöküşünü hızlandırmış ve Sovyetler Birliği yüz yıllık bir süreyi tamamlayamadan devrimin yetmişbeşyinci yılında ortadan kalkmıştır. Rusya Federasyonu başkanı Yeltsin batı kapitalizmi ile işbirliği yaparak Sovyetler Birliğini bozunca,soğuk savaş dönemi kapanmıştır .

Yenidönemde birtek kurşun atmadan rakip bloku çökerten ABD emperyalizmi , Amerika merkezli bir yeni dünya düzeni imparatorluğuna soyunarak bunu küreselleşme adı altında bütün dünyaya kabül ettirmeğe çalışmıştır . Aradan geçen yirmi yıllık süre içerisinde dünyanın tek süper gücü olan ABD ,Dünya bankası ve İMF desteğine rağmen bir türlü yeni küresel imparatorluk düzenini kuramamış, kendisini dinlemeyen bütünülkeleri haydut ülke ilan edecek kadar haydutlaşan bir baskı politikasını dünya ülkelerine dayatmış , dünyanın merkezi alanı olan avrasya bölgesini kendi hegemonyasıaltına alabilmek doğrultusunda Irak ve Afganistan savaşlarını zorla gündeme getirmiştir. Bu doğrultuda kendisini haklı gösterebilmek için II Eylül provakasyonları ile kendi kendisini vuiracak kadar ileri derecede uçuk senaryolara kilitlenen ABD emperyalizmi ,her yönden inandırıcılığını yitirerek batı merkezli sömürge düzeninin tek bekçisi ve koruyucusu olarak bütün dünyaya yeni bir saldırganlık dönemi başlatmıştır. Batı kapitalizmi, karşı denge olarak gündeme getirilmiş olan sosyalist sistemin yıkılmasından sonra iyice azgınlaşarak dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu reçeteleriyle daha üst düzeyde bir zenginliğin oluşturulmasını dünya halklarına dayatmağa devam etmiş ve bunun sonucunda, bütün ülkelerde çok büyük çöküşler yaşanmış ve halk kitlelerinin yoksullaşması daha da artmıştır. Yoksulluğun önlenmesi için hiç bir ciddi girişim yapılmazken, sermaye birikimini artıracak ve küresel emperyalizmin daha üst düzeyde bir sömürüye dayanacak biçimde geliştirilebilmesi için her türlü DünyaBankası ve İMF reçetesi batı destekli olarak bütün ülkelerde devreye sokulmağa çalışılmıştır . Türkiye Cumhuriyeti böylesine çarpıklıkların yaşandığı ülkelerin en önde geleni olarak öne çıkmıştır .

Batı merkezli küreselleşme ile Türkiye’deki sermaye sahipleri dışa açılırken ülkenin ihtiyaçlarını ve beklentilerini görmezden gelmişlber, kendi zenginlyiklerini koruyabilmek ve daha da zengin olabilmek doğrultusunda rekabetten vazgeçerek batılı büyük tekeller ile anlaşmışlmardır . Her yerli firma bir büyük uluslararası tekelin çatısı altında kendine güvence ararken , ülkenin yatırım bekleyen bölgelerine hiç bir Türk şirketi gitmemiştir . Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Orta Anadolu ve Kuzey Kıbrıs bölgelerine hiç bir Türk firması yatırım yapmazken , Türkiye’de yoksulluk giderek en üst düzeylere tırmanmış ve yoksul halk kitleleri devlet ile belediyelerden yardım bekler hale gelmiştir . Nüfus artarken , devlet dış baskılarla ekonomiden uzaklaş

Tırılmış , ülke açık bir pazara dönüştürülürken, Türk insanının giderek köleleşmesine gidebilecek gelişmelere İMF ve DünyaBankası programları ile devam edilmiştir . Orta tabakalar hızla çökerken, toplumu oluşturan halk yığınlarının giderek bölgesel ya da yerel cemaatlara doğru yöneldiği ortaya çıkmıştır . Küresel sömürü düzeni sermaye birikimini yabancı sermayenin çıkarları doğrultusunda en üst düzeylere çıkartırken,yerli sermaye ortadan kalkmış ve bununla beraber milliburjuvazi de tarih sahnesinden silinmeğe başlamıştır . Ülke ekonomisi daha fazla dışarıya muhtaç hale gelirken, yerli şirketler yabancılaşarak korunmağa çalışmışlar ama çöken orta tabakalar nedeniyle halk kitleleri ortada kalmıştır . Yoksulluğun giderek en üst düzeyde tırmanması din olgusunu yeniden ön plana çıkarmış ve zengin sınıfların çıkarına çalışan kapitalist ekonomide yoksul halk kitlelerinin beklentileri dini örgütlenmelerle karşılanmağa çalışılmış ve bu aşamada yerel yönetimlerin devreye girmesiyle insanların yiyecek ve barınma gereksinmeleri karşılanmağa çalışılmıştır. Yeni dönemde yoksulların ve işysizlerin tüm umudu yerel yönetimlere kaymış ve bu durumda giderek küçük eyalet ve kent devletleri oluşumunun önünü açmıştır. Ulusal toplum ve ulus devlet yapılanması, böylesine bir aşamada tartışılır ve yargılanır bir noktaya gelmiştir.

Bütün dünyayı üçüncü bir cihan savaşına zorlayan uluslararası kapitalist sistemin , savaş yanlısı lobiler yüzünden son bir yılda büyük bir ekonomik krize sürüklenmesi üzerine kapitalist sistemin yanlışlığı bütün dünya ülkelerinde tartışılır bir duruma gelmiştir. Sosyalist sistemin başarısız bir uygulama döneminden çöküşe geçmesinden yirmi yıl sonra benzeri bir biçimde kapitalist sistemde çöküşe geçmiştir. Irak savaşı yüzünden üç trilyon dolar borca batan ABD, kendi ekonomisini kurtaramazken onun desteğine dayalı olan uluslararası kapitalist sistemin hliç bir ülkeyi kurtaramıyacağı açıkca görülmektedir . Böylesine bir durumda, dünya halklarının yoksulluk batağından kurtulabilmeleri mümkün görünmemektedir. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu hiç bir ülkede yoksulları kurtarma ya da yoksulluğu önleme doğrultusunda herhangi bir program uygulamamaktadır.Zaman zaman Birleşmiş Milletler çatısı altında dile getirilen yoksulların kurtarılması ile ilgili tartışmalar doğrultusunda gene bu kurum üzerinden bazı girişimler yapılmasına rağmen şimdiye kadar ciddi bir girişim görülmemiştir. Birleşmiş milletler kararlarını dinlemeyen ve Dünya Ticaret Örgütü aracılığı ile küresel emperyalist düzeni kurmak isteyen ABD ve batılı müttefikleri , dünya ekonomisinin çökmesinin ve dünya halklarının yoksulluk batağında ezilmelerinin başlıca sorumluları olarak görülmektedirler. Böylesine ters bir durumun ortadan kaldırılabilmesi için dünya halklarını yoksulluk uçurumuna sürükleyen Dünya bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Uluslararası Para Fonu kuruluşlarının bir an önce kapatılmaları gerekmektedir. Tek kutuplu dünya düzeni kuramayan ABD kurtuluşu G-20 ülkeleri platformunda ararken , BRİC ülkeleri adı verilen Rusya,Brezilya,Hindistan ve Çin’in öncülüğünde bütün Birleşmiş Milletler üyesi devletlerin biraraya gelerek Dünya Ekonomi Kurumunu bir an önce oluşturmaları gerekmektedir. Ancak bu aşamadan sonra sermaye sınıfı ve patronları temsil eden azgın azınlığın kontrolu altındaki tekelci küresel şirketlerin sömürü politikalarına dayalı bir evrensel ekonomik düzen önlenebilecek, bonçlandırma batağı ortadan kaldırılabilecek ve bütün ülkelerde gelir dağılımı daha eşitlikçi koşullarda yapılabilecektir.Böylesine bir açılım sağlanabilirse ancak bu aşamadan sonra yoksulluğun önlenebilmesine yönelik uluslararası plan ve programlar uygulama aşamasına gelebilecektir,aksi takdirde yerleşik çıkar düzeninin direnişleri kırılamıyacaktır. Yoksulluğun önlenmesi ile ilgili yeni yapısal denge programları ancak böylesine bir düzen değişikliği sonrasında uygulama alanına getirilebilecektir.

Asya,Afrika ve Latin Amerika uluslarının yoksul olarak kalmaları ,yüzyıllar süren emperyal sömürü düzenleri nedeniyledir. Bugünkü gelinen noktada daha da üst düzeyde sürdürülmek istenen böylesine insanlık dışı bir sürece bütün yoksul uluslar biraraya gelerek karşı çıkmalıdırlar.Bu doğrultuda başlatılmış olan alternatif küreselleşme akımlarının BRİC devletlerinin desteği ile evrensel bir yapılanmaya dönüştürülmeleri gerekmektedir. Birleşmiş Milletlerin yeniden düzenlenerek dünya uluslarının etkili bir katılımı acilen sağlanmalıdır. Büyük batılı emperyal devletlerin etkisinin kırılmasıyla, ekonomide eşitlikçi uygulamaların önü açılabilecek,sömürünün önlenmesiyle de yoksulluğu ortadan kaldırıcı politikalar devreye girebilecektir . Böylesine bir olumlu sonucun alınabilmesi için Birleşmiş Milletlere üye olan bütün dvletlerin emperyal devletlerin baskılarının dışına çıkarak , bu uluslararası örgütte eşitlikçi bir katılımı sağlamaları gerekmektedir . Böylesine bir ortak çatının altından insanlığı kurtaracak ve yoksulluğu önleyebilecek çözümler üretilebilecektir . Her devlet kendi sorunlarının bilinci ile ve ülkesinin ulusal çıkarlarının doğrultusunda Birleşmiş milletlerde etkili olursa, kısa dönemde yoksulluğu ortadan kaldırabilecek eşitlikçi uygulama kararları elbirliği ile alınabilecektir . Böylesine bir olumlu sonucun alınabilmesi için yoksullukla savaş doğrultusunda yetiştirilmiş ve ciddi bir ekonomik eğitimden geçmiş kadroların devletleri yönetme aşamasına gelmeleri gerekmektedir. Ekonomiyi iyi bilen vatansever yöneticilerin devletlerini yönetmeleri ve uluslararası alanda temsil etmeleriyle beraber ,bütün dünyada yeni bir insancıl ekonomi dönemi başlatılabilecektir. İnsan haklarının sıfır noktasına gelmesine neden olan yoksulluğun kaldırılabilmesi için böylesine eğitilmiş kadroların seferber edilmeleri ve bu yöneticelerin sermaye kesimlerinin etkisinin dışına çıkarılabilmeleri gerekmektedir.Batı tipi demokrasilerde siyasetin finansmanını sermaye çevreleri yaptığı sürece, bütün ülkelerin başına sermayenin adamları gelmekte ve bu tür yöneticiler işbaşında kaldığı sürece de bir türlü halk kitlelerinin yararına olabilecek bir halkçı ekonomi uygulamasına gidilememektedir. Bu nedenle, ekonomi konusunda iyi eğitilmiş politikacıların ve yöneticilerin işbaşına gelmelerinin sağlanması birinci derecede öncelikli bir konudur. Küresel emperyalizmin komiseri konumundaki bazı Dünya bankası ya da İMF görevlilerinin,ülke ekonomilerinin başına dışarıdan getirilerek oturtulması gibi sömürge politikalarının önüne geçilebilmesi için, her ülke kendi ekonomisinin ulusal çıkarlar doğrultusunda yönetebilecek kadroları yetiştirerek devletin ve kamu kurumlarının başına geçirebilmesi zorunluluğu vardır. Günümüzde yaşnmakta olan bir çok olay ve gelişme böylesine bir zorunluluğu açıkca göstermektedir .

İnsanlık için hiç bir zaman kader olmayan yoksulluğun önlenebilmesi çok zor bir konu değildir . Öncelikle, yoksulluk ile mücadele edecek sivil kadroların iyi eğitim görmeleri gerekmektedir . Türkiye batı blokunun dışında bırakılan ülkelerde , batının emperyal girişimlerine karşı ülke ekonomisini devletin ve ulusun çıkarları doğrultusunda koruyarak hareket edecek yönetici kadroların öncelikli olarak iyi yetiştirileceği bazı ekonomi kurumları,fakülteleri ve merkezlerinin kurulması gerekmektedir . Araştırma merkezlerinde yapılacak ulusal ölçekli çalışmalarda ülke toplumunun gereksinmeleri öncelikle olarak belirlenecek, ülke kaynakları devletin ve toplumun gereksinmeleri doğrultusunda daha eşitlikçi olarak belirlenerek gelir dağılımında tam bir eşitliği gündeme getirecek ekonomik politikalar uygulamaya aktarılacaktır . Bu çerçevede her ülkenin kendi ekonomisini yönetecek kadroları kendi okullarında yetiştirmesi kesinlikle batılı merkezlerde batının çıkarlarına öncelik verecek doğrultuda yetişen iktisatçılara kendi ekonomisini teslim etmemesi gerekmektedir. Türkiye gibi ülkeler bu yüzden geri bıraktırılmışlar ve halk kitleleri yoksul toplumlar halinde kalmağa mahkûm edilmişlerdir. Geçmişten gelen bu gibi hatalı durumlardan çıkarılacak dersler doğrultusunda yoksulluğu önleyecek kadroların ulusal eğitim sistemleri içinden yetiştirilmeleri, daha adaletli bir dünyanın kurulabilmesi için zorunlu görünmektedir. İktisat fakültelerinden yetiştirilecek başarılı ve yetenekli genç iktisatçılar, yeni kurulacak bir Milli Ekonomi Akademisinde üst düzey eğitime alınarak hem ulusal hm de uluslararası alanda yetiştirilerek ülke ekonomisi onlara emanet edilmelidir. Bu noktada, ekonomi eğitiminin yeniden ele alınarak düzenlenmesi zorunlu görünmektedir. Özellikle artan nüfus dikkate alınarak, toplumun tüm gereksinmelerini karşılayabilecek derecede etkili bir ekonomik yeniden yapılanma doğrultusunda yeni eğitim düzeni bir başlangıç noktası olmalıdır. Batı ülkelerinden aktarma ya da taklit ekonomi eğitimi ile ancak uydu ve sömürge ekonomisi olabileceği ortaya çıktığı için bu alanda köklü bir değişikliğe gerek bulunmaktadır. Her türlü yeniliğin başlangıcının eğitimden geçtiği unutulmamalı ve yoksulluğu önleyecek ulusal ekonomi politikalarını uygulayacak yeni milli kadroları öne çıkaracak bir yeni eğitim adımı atılmalıdır. Makro düzeyde ekonomiyi yönetecek üst düzey kadrolar eğitim yolu ile yetiştirilirken, ülkede yoksulluğu devletin dışında önleyecek bazı toplumsal mekanizmaları da beraber düşünmelidir.

Hindistan, Pakistan ve Bengaldeş gibi çok nüfuslu ülkelerde küçük iş sahiplerini yetiştiren eğitim uygulamlarının da dikkate alınmasında sosyal yararlar olabilecektir. Yoksulluğun kader olmaktan çıkarılması için herşeyin devletten beklenmemesi, herkesin kndi sınırlı olanakları ile girişimde bulunmasının da yoksul insanlara öğretilmesi gerekmektedir. Daha önce Türkiye’de de uygulandığı gibi bazı iş vakıflarının kurulmasıyla, vakıflar üzerinden iş ve girişim yöntemlerinin fakirlere ve işsizlere öğretilmesi kısa dönemde sonuç alabilmek açısından yararlı olabilmektedir. Düzenli olarak okula gidemeyen halk kitlelerine yönelik olarak halk eğitimi ya da yetişkinler eğitimi programlarıyla köy ve kırsal kesim insanlarının kendi işlerinin sahibi olabilmeleri öğretilmelidir. Küçük kredilerle tek kişilik iş sahibi olabilmenin yolları ve yöntemleri gene özel eğitim konuları olarak, halk eğitimi kuruluşları aracılığı ile kitlelere aktarılabilmelidir. Türkiye’de Cumhuriyet rejiminin kuruluşunda ve ilkyıllarında gündeme gelmiş olan, Millet Mektepleri, Halkevleri ve Köy Enstitüleri bu doğrultuda devreye girmiş ve Atatürk Türkiye’sinde başarıyla uygulanabilmiş halk eğitimi kurumsal örnekleridir. Batıya bağımlı bir ekonomik yapılanma içerisinde orta tabakalar çökerken, halk kitleleri işsizliğe ve yoksulluğa mahkum eelirken, benzeri bir halkçı ekonomik atılıma kalkışabilmek için , yeniden halk eğitimi yapılanmasının yeni oluşturulacak yaygın eğitim kurumları aracılığı ile ülkenin her köşesinde geliştirilmesi gerekmektedir. Mikro düzeyde her insanın kendi işine sahip olabilmesi, batı emperyalizminin baskılarıyla çökertilen tarımın yeniden canlandırılabilmesi, kırsal alandan kentlere göçün önlenebilmesi gibi olumlu sonuçların elde edilebilmesi için, ekonomik alandaki eğitimin ulusal tabana yayılması gerekmektedir. Yoksulluğun pençesinin kırılabilmesi için her yoksul insana kurtuluş yollarının anlatılması ya da öğretilmesi zorunludur. Gençlere örgün eğitim kurumlarında bu gibi alanlarda çıkış yolunu sağlayacak yöntemler okutulurken, eğitim yaşını geride bırakmış yetişkinlere de kendiişlerinin sahibi olabilmeleri ya da ekonomik çalışmalarla para kazanabilmelerinin yolları öğretilebilmelidir. Her devlet kendi ekonomisini canlandırma programlarıyla ya da ekonomik seferberlik atılımlarıyla yoksul bıraklılan işgücü potansiyellerini devreye sokabilmelidir.

Devletlerin kendi olanaklarıyla geliştirdikleri yoksulluğun eğitim yolu ile önlenebilmesi programlarının yanısıra, Birleşmiş Milletler Eğitim ve Kültür kurumu olan ,UNESCO aracılığı ile geliştirilecek uluslararası programlara da ihtiyaç vardır . Geri kalmış bütün dünya ülkelerinin gelişmişlik düzeyine gelebilmesi için kurulmuş olan bu uluslararası örgütün, son yıllarda giderek tırmanmış olan yoksulluğun önlenebilmesi doğrultusunda yeni eğitim programları geliştirmesi ve bunları Türkiye gibi batının dışında kalan ve zaman içerisinde küresel batı emperyalizminin baskılarıyla sömürge ekonomisine zorlanan ülkelerde hızla artış gösteren yoksulluğa karşı hızla devreye sokması gerekmektedir . Yoksulluğun önlenmesi ya da ortadan kaldırılması için geliştirilecek uluslararası eğitim ve kültür programlarının, düzenli olarak geri bıraktırılmış ülkelerde uygulanabilmeleri için UNESCO öncülüğünde yeni bir küresel atılım gündeme getirilmelidir. Bu doğrultuda alternatif küreselleşme hareketlerinin ve BRİC ülkelerinin üzerlerine düşecek öncülük misyonlarının daha fazla zaman yitirmeden yerine getirilmesi gerekmektedir. ABD ve batılı müttefiklerinin ya da uluslararası tekelci küresel şirketlerin önleyici girişimleri dikkate alınarak BRİC ülkelerinin daha fazla Birleşmiş Milletler ve UNESCO ile işbirliğini artırmasına gidilmelidir. Yüzyıllar süren batı merkezli emperyalizmin küreselleşme yolundan yeni bir süper emperyalizme yönelmesi nedeniyle, yoksulluğun en üst düzeylere tırmandığı unutulmamalıdır. Bu nedenle, Avrupa ve Amerika’nın emperyal işbirliğine karşı Brezilya, Rusya, Çin ve Hindistan gelişmekte olan diğer ülkelerle işbirliği yaparak Birleşmiş Milletler üzerinden küresel düzeyde yoksulluğu önleyecek evrensel ekonomik politikaların devreye girmesi doğrultusunda yeni atılımları başlatmalıdırlar. Ayrıca, bu doğrultuda uluslararası eğitim programlarıyla yoksulluğun evrensel düzeyde önlenebilmesini sağlayacak girişimleri de dünya gündemine getirmeleri gerekmektedir. Yoksulluğun önlenmesinde eğitim hem ulusal hem de uluslararası alanda öne geçmeli ve bu doğrultuda bütün ülkeler işbirliği yaparak, küresel emperyalizmin yarattığı bu haksızlığın bir an önce ortadan kaldırılmasını sağlayabilmelidirler. Eğitimin girdiği yerden yoksulluk çıkmalıdır. Her eğitim yoksulluğu ortadan kaldırabilmelidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder