13 Aralık 2018 Perşembe

Türkiye Cumhuriyeti, - Cumhuriyet Halk Partisi - Atatürkçü Düşünce Derneği "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" ANKARA KALESİ NO: 56 (Ankara, 18 Mayıs 2010 / 18.05.2010) -Bir devlet, bir parti ve bir dernek. Ne ilgisi var birbirleriyle? Birbirleriyle hiç ilgisi yokmuş gibi görünen üç ayrı tüzel kişilik. Genel olarak devlet parti ve derneklerin hukuksal yapıları birbirlerinden çok farklı görünmektedir. Bilimsel değerlendirmelerde genel anlamda, devletler, partiler ve dernekler ayrı kategoriler olarak ele alınırlar ve bu nedenle de farklı hukuksal statüler çerçevesinde düzenlenirler.

ANKARA KALESİ NO: 56
"Türkiye Cumhuriyeti, - Cumhuriyet Halk Partisi - Atatürkçü Düşünce Derneği"
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 18 Mayıs 2010


Bir devlet, bir parti ve bir dernek. Ne ilgisi var birbirleriyle? Birbirleriyle hiç ilgisi yokmuş gibi görünen üç ayrı tüzel kişilik. Genel olarak devlet parti ve derneklerin hukuksal yapıları birbirlerinden çok farklı görünmektedir. Bilimsel değerlendirmelerde genel anlamda, devletler, partiler ve dernekler ayrı kategoriler olarak ele alınırlar ve bu nedenle de farklı hukuksal statüler çerçevesinde düzenlenirler. Genellikler yöntemsel olarak , her kategori çerçevesinde bulunan tüzel kişilikler birbirine yakın ve aynı statüde olan kuruluşlar ile beraberce ele alınarak değerlendirilirler . Bu çerçevede devletlerin partilerle, partilerin de dernekler ile hiç bir yakın ilişkisi yokmuş gibi görünür . Devletleri incelemek devletler hukukunun işidir . Siyasal partileri incelemek ise siyaset biliminin ana konusudur . Dernekler ise resmi devlet kurumlarının dışında kalan toplumsal oluşumlar olarak ya sosyal bilimlerin , ya medeni hukukun ya da sivil toplum kuramlarının inceleme alanına girmektedir . Bu çerçevede her bilim ya da hukuk dalı , bu üç tüzel kişiliği bazan kendi asıl konusu olarak ele almakta bazan da yan dallar olarak konuya bakmaktadır .Bu çerçevede , bir devletin bir parti ya da dernek ile beraberce ele alınması son derece zor bir durumdur ,çünkü bilim dalları ya da konuları açısından bu tüzel kişilikler ele alındığında, ortaya son derece karmaşık bir durum çıkabilmektedir . Bu gibi bilimsel verileri bilerek , yazının başlığında simgesel isimleri beraberce yer alan bir devleti ,bir partiyi ve bir derneği ortak bir değerlendirmeye alabilmek mümkün olabilecektir .

Yazının başında yer alan simgesel kısaltılmış isimler açıldığında , Türkiye Cumhuriyeti –Cumhuriyet Halk Partisi - Atatürkçü Düşünce Derneği açılımlarının ortaya çıktığı görülmektedir . Birbirinden çok farklı kategorilerde yer alan bu isimleri biraraya getiren ortak bağlantı Türkiye gerçeği olarak öne çıkmaktadır . Türkiye adı verilen ülkede kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti devleti ile bu devleti kuran siyasal güç olarak Cumhuriyet Halk Partisi ve daha sonra devletin ve bu siyasal partinin kurucu önderi olan Atatürk’ün ilke,devrim ve görüşlerini savunmak üzere kurulmuş olan Atatürkçü Düşünce Derneği bu yazı çerçevesinde beraberce ele alınarak incelenmeğe çalışılmaktadır . Farklı kategorilerin içinden gelen bu üç tüzel kişilik , Türkiye gerçeğinden ortaya çıkmakta ve gene Türkiye’nin kendine özgü koşulları çerçevesinde beraberce ortak bir anlam kazanmaktadırlar . Dünyanın merkezi coğrafyasında altıyüz yıl sürmüş olan bir büyük imparatorluğun dağılmasından sonra geride kalan merkez ülkede eski imparatorluğun vatandaşlarının biraraya gelerek , merkezi coğrafyada bir yaşam mücadelesi vermeleri üzerine , Türkiye Cumhuriyeti devleti tarih sahnesine çıkma şansını elde edebilmiştir . Dünya haritasında eğer bugün bir Türkiye Cumhuriyeti adı altında orta büyüklükte bir ulus devlet varsa , bunun ana nedeni , Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra , eski Osmanlı tebası olan insanların merkezi ülkede biraraya gelerek bir varolma savaşı vermeleri ve ulusal kurtuluş mücadelesini de kazanarak tam bağımsız bir devlet statüsünü elde edebilmeleridir . İşte yazının başlığında ilk olarak yer alan T.C. harfleri ,bu bağımsız devlet yapısının hukuksal bir statü kazanmasıyla gündeme gelen Türkiye Cumhuriyetinin başharfleriyle kısaltılmış adıdır .

Yazının başlığındaki kısaltmaların ifade ettiği bir devlet , bir parti ve bir derneğin Türkiye koşullarında biraraya getirilmesiyle ortaya başka bir birleştirici gerçek olarak Atatürk çıkmaktadır . Her üç olgunun temelinde varolan Atatürk gerçeği aslında bu üç kavramı ortak bir kadere sürüklemektedir . Tarih sahnesine beraberce çıkan Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhuriyet Halk Partisi arasındaki sarsılmaz ve kopmaz bağlantıyı kuran Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğidir . İmparatorluğun bittiğig aşamada tarih sahnesine çıkan Mustafa Kemal , Anadolu ve Rumeli halkının direnişinin ve ulusal kurtuluş mücadelesinin siyasal önderi olmuş ve bu mücadelenin içinden çıkan Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyetlerinin kurucusu olarak bugünkü Cumhuriyet halk Partisini tarih sahnesine çıkarmış ve bu örgütün kararlı desteği ile de Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuştur . Bu çerçevede , Türklerin vatandaşlık statüsü konumunda çatısı altında yaşadığı Türkiye Cumhuriyeti devleti , Türk ulusunun ulusal kurtuluş savaşının örgütü olarak tarih sahnesine çıkmış olan Cumhuriyet Halk Partisinin ortaya çıkarmış olduğu bir eserdir . Ulusal kurtuluş mücadelesinin , bu savaşı yürüten örgütün ve bu örgütün kurmuş olduğu devletin hepsinin birden kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk’tür . Bu nedenle , önce Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti adı altında devleti kuran daha sonra da ulusal kurtuluş savaşını kazanarak cumhuriyeti ilan eden ,eski adıyla Cumhuriyet Halk Fırkası ,sonraki adıyla da Cumhuriyet Halk Partisi arasında her açıdan kopmaz bir siyasal ve sosyal bağlantı bulunmaktadır . Kurulmuş olan devletin daha sonraki aşamada bir anayasal yapıya dönüşmesi üzerine de , Türkiye Cumhuriyetini kurmuş olan Cumhuriyet Halk Partisi , devlet ve cumhuriyet düzenlerini oturtana kadar ve ikinci dünya savaşının bitiminden sonra demokrasiye geçme hazırlıklarını yürütmüş ve tamamlayarak , Atatürk Cumhuriyetinin çağdaş batı ülkelerinde olduğu gibi demokratik bir düzene dönüşebilmesi için öncülük görevini yerine getirmeğe çalışmıştır . ADD başlığı altında ifade edilen Atatürkçü Düşünce derneği ise , Atlantik emperyalizminin hegemonya örgütü konumundaki Nato’nun güdümünde Türkiye’nin içine sürüklendiği aşamada , devleti ve cumhuriyeti kurmuş olan Atatürk’ün partisinin kapatıldığı aşamada , bu partinin Atatürkçü tabanı ve yandaşları tarafından kurulmuş olan bir ulusal demokratik kitle örgütüdür .İkinci dünya savaşı sonrasında dünyanın merkezi coğrafyasına gelen ABD emperyalizmi ve İsrail siyonizmi , batı blokunun olanakları üzerinden Orta Doğu’da kendi çıkarlarına uygun bir yeni düzen kururlarken , bölgenin en önde gelen devleti olan Türkiye Cumhuriyetini içeriden ele geçirmeye öncelik vermişler ,bu doğrultuda Atatürk Cumhuriyetini tasfiye ederlerken , bu dıştan müdahaleye direnebilecek ulusalcı ve Kemalist kadroların örgütü olarak Kuvayı milliyenin devamı olarak yoluna devam etmekte olan Atatürk’ün partisini de ara rejimin baskıcı koşullarından yararlanarak kapatma yoluna gitmişlerdir . Göstermelik olarak Atatürkçülük adına işbaşına gelen ara rejimde her köşeye Atatürk heykeli açılırken her açıdan Atatürk ilkelerine ters düşen bir tutum sergilenmiş ,bir avuç zengin azınlığın çıkarları doğrultusunda haksız bir kapitalisbt gelişme yolu izlenirken giderek yoksullaşan kitleleri kontrol altında tutabilmek üzere Atatürkçü görünümlü ara rejim yönetimi her fırsatta dini öne çıkararak , yoksullaşan kitlelerin üzerinde bir baskı düzeni oluşturmağa çalışmıştır . Daha önceki askeri dönemlerde cesaret edilemeyen bir iş olarak , Türkiye Cumhhuriyeti devletini kurmuş olan Atatürk’ün partisinin bütün örgütler ile beraber kapatılması sağlanmış ve Türkiye Atlantik emperyalizmi ile İsrail siyonizminin çıkarları doğrultusunda yeni ufuklara doğru zorla yönlendirilmeğe çalışılmıştır . İşte Atatürkçü Düşünce Derneği bu nato güdümlü dönemde Türkiye cumhuriyetini kurmuş olan Kuvayı milliye örgütü olarak Atatürk’ün partisinin kapatılmasına karşı bir ulusal Atatürkçü tepki olarak gündeme gelmiş ve tanınmış Atatürkçüler tarafından kurularak Türk ulusuna kazandırılmıştır .

Türkiye Cumhuriyeti güvenlik bahanesi ile içeriden ele geçirilirken , bu duruma karşı çıkacak tek siyasal örgüt olarak devleti kuran Atatürk’ün partisinin kapatılmasına öncelik verilmiştir . Tek başına yapamadıkları bu işi uygun bir ortamda gerçekleştirebilmek üzere , terör bir araç olarak kullanılmış,terör vasıtasıyla askeri müdahaleye uygun bir ortam yaratılarak , ülkedeki bütün siyasal ve sosyal kuruluşlar ile beraber Atatürk’ün partisi de kim vurduya getirilerek kapatılabilmiştir . Asıl amaç Türkiye cumhuriyetini haritadan silmek olduğu için ,bu doğrultuda daha rahat adımlar atabilmek üzere terör ve ara rejimler kullanılmış , ilk iki ara rejimde yapılamayan bu iş üçüncüsünde başarılarak Türk devletinin kurucusu olan siyasal örgüt tarih sahnesinden silinmek istenmiştir . Ara rejim yöneticileri her gün Atatürk sözünü ağızlarından düşürmezlerken , bütün Atatürkçüler devletten ,kamu kuruluşlarından ve üniversitelerden atılarak ülke tam anlamıyla bir siyasal baskı altına alınmıştır .Atatürkçüler devletten,ordudan ve toplumun bütün kurumlarından temizlenirken , sahipsiz kalan Atatürkçülüğe sahip çıkmak üzere ülkenin önde gelen Atatürkçü bilim ve hukuk adamları biraraya gelerek ara rejim koşullarına karşı mücadele etmek üzere Atatürkçü Düşünce Derneği’ni oluşturmuşlardır .,Bir anlamda her yönden dışlanan ve sahipsiz kalan Atatürkçü tabana sahip çıkmak ve anti-Kemalist gidişe karşı mücadele etmek üzere , Atatürkçüler bir ulusal demokratik kitle örgütü çatısı altında toplanmayı ve beraberce mücadele etmeyi uygun görmüşlerdir . Böylece , devleti kuran cumhuriyet Halk Partisinin kapatılmasından dolayı meydana gelen boşluk doldurulmağa çalışyılmış ama , Atatürk’ün partisi varken bir başka siyasal parti kurulmamıştır . Bu siyasal boşluktan yararlanmak isteyen bazı çevreler Atlantikçi ve Avrupacı bir sosyal demokrat parti ile , Orta Doğu’da bir siyonist arayış içerisine giren kapatılan partinin üçüncü başkanı kendine özgü bir yolda gitmek üzere ,eşi ile bir başka parti kurarak Atatürk çizgisinden uzaklaşan bir yöne doğru gitmeğe başlamışlardır . Her iki siyasal parti de Atatürk çizgisinin dışına çıkarak avrdupacı,atlantikçi ve siyonist çizgilerdeki yönelişlere doğru sürüklendiği için , devleti kuran Atatürk’ün partisinin kapatılmasından meydana gelen boşluğu doldurma konusunda yetersiz kalmışlardır .Atatürk çizgisinden uzaklaşan bir sosyal demokrat parti giderek etnik ayırımcılık tuzağına sürüklenirken , demokratik solculuk adına ortaya çıkan diğer siyasal oluşum da geleceğin ılımlı islamcı Büyük Orta Doğu projesinin ön hazırlıklarını gündeme getirecek derecede , laik devlet gerçeğinden uzaklaşarak Türk halkını Atatürk çizgisinin dışına çıkarma macerasına kalkışmıştır . Hiç bir Atatürkçünün kabül edemiyeceği böylesine sakıncalı bir durumun ortaya çıkması , ara rejim koşullarından yararlanılarak gündeme getirilmiştir . Nato harekatı ile Türk devleti içeriden ele geçirilerek tasfiyeye doğru zorlanırken , devleti kuran Atatürk’ün partisi de cumhuriyetin bekçisi olma görevinden uzaklaştırılmıştır .

Türkiye Cumhuriyeti devleti kendisini kuran Cumhuriyet Halk Partisi ile tarihten gelen bir siyasal bağlılık ve paralelellik içerisinde yoluna devam etmeğe çalışırken , demokratik rejimin koşullarından yararlanmak isteyen batı emperyalizmi bu partiyi iktidardan uzak tutmak üzere sürekli olarak orta sağdaki merkez sağ partileri destekleyerek iktidara getirmiştir . Demokratik rejim devam ederken batı bloku bu girişimlerini sürekli olarak ve istikrarlı bir doğrultuda sürdürerek, Atatürk’ün Cumhuriyetini Atatürk’ün partisinin yönetmesine izin vermemişlerdir . Bir anlamda devleti kuran parti emperyal güçler tarafından cezalandırılarak ,iktidara gelmesine ve kurmuş olduğu devleti yönetmesine izin verilmemiştir .Böylesine olumsuz bir sonucun sağlanmasında , ikinci dünya savaşı sonrasında okyanus ötesinde yetiştirilen bazı Atlantikçi politikacılar ve genel başkanlar Truva atı gibi kullanılmışlardır . Türkiye Cumhuriyetini , bu devletin kurucusu olarak Cumhuriyet Halk Partisi , tek parti döneminin dışında tek başına yönetme şansını elde edememiş ve zaman zaman koalisyonlara alet olarak dış güdümün etkisiyle hareket etmek zorunda kalmıştır .Cumhuriyet Halk Partisi dışında ortaya çıkan diğer siyasal partilerin kurulmasında ve ortaya çıkmasında daha çok Avrupa ve Amerika ülkeleri ön planda etkili olmuş, bir de geleceğin Orta Doğusunu siyonizmin Büyük İsrail projesi doğrultusunda kurmak isteyen yahudi lobileri sürekli olarak türk devletinin tepesinde baskı uygulamışlardır . Osmanlı İmparatorluğu sonrasında , onun eski toprakları üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda yeni devlet düzenleri ya da siyasal yapılanmalar oluşturmak isteyen emperyal ve de siyonist çevreler , sürekli olarak Türk politikasında yönlendirici olmuşlar ve zaman içerisinde Türkiye’yi bir yerlere çekmek için uğraşırlarken , Türkiye Cumhuriyetini tasfiyeye ,devleti kuran Atatürk’ün partisini de gerçek kimliğinden ve Kemalist çizgisinden uzak tutabilmek için ellerinden gelen her yolu denemişlerdir . İkinci dünya savaşı sonrasında başlattıkları bu olumsuz süreci , yaklaşık üç çeyrek asırdır Türk ulusuna ve Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı kararlı bir biçimde tırmandırmaktadırlar . Son yıllarda Türkiye’nin beklenmedik derecede birbiri ardı sıra olumsuz olaylar ile karşı karşıya kalmasının nedeni bu olumsuz sürecin en üst düzeyde zorlanmasıdır . Böylyesine Makyavelist bir siyaset günlük olarak Türklerin aleyhine dayatılırken , Türklerin bu gidişe karşı koyması ve direnmesini önleyecek yeni siyasal ve hukuki senaryolar birbiri ardı sıra gündeme getirilmektedir .

İşte Atatürkçü Düşünce Derneği , böylesine olumsuz bir gidişe karşı çıkmak ve tıpkı ulusal kurtuluş savaşı günlerinde olduğu gibi ulusca karşı koyarak direnmek üzere kurulmuş olan bir ulusal demokratik kitle örgütüdür .Devleti kuran parti çeşitli siyasal senaryolar aracılığı ile sürekli olarak iktidardan uzak tutulurken , Atatürk’ün Cumhuriyet devleti merkez sağ kanattan gelen partilerin iktidarları aracılığı ile bölücü, işbirlikçi,mandacı ve şeriatçı kadrolaşmaların saldırısına uğramıştır . Her sağcı iktidar kendi doğrultusundaki kadroları devletin içerisindeki bir yeni siyasal yapılanma amacıyla kullanmağa başladığı aşamada , Türk devleti Atatürk’ün kurmuş olduğu çağdaş ve ulusal bir üniter devlet olmaktan hızla uzaklaşmağa başlamıştır . Ağızlarından Atatürk’ü düşürmeyen merkez sağ iktidarlar döneminde Atatürk ilkeleri geride kalırken , Kemalist devrimlere karşı bir anti yaklaşım giderek tam bir karşı devrimci hareket olarak ,devletin içerisinde işbirlikçi ve mandacı kadrolar aracılığı ile tırmanmıştır . Neredeyse devletin kurucusu Atatürk’ün her aşamada devletin dışında bırakılmağa çalışıldığı görülmüş , devletin kurucusu olarak Atatürk’ün resmi resimleri kamu kurumlarının duvarlarından indirilmeğe çalışılırken , yerine bazı din adamlarının ya da tarikatların önderlerinin resimleri asılmağa çalışılmıştır . Devlet bitirilmeğe çalışılırken, kurucu iktidarı temsil eden Atatürk’ün partisinin her aşamada devredışı bırakılmağa çalışıldığı görülmüştür . Devlet ile beraber partinin arkasındaki gücün Atatürk olması , Atatürk’ün tarihsel süreç içerisinde hem devletin hem de devleti kuran siyasal partinin dayanak noktası olması , bu noktanın esas alınmasıyla beraber geleceğe dönük yeni bir Kemalist yapılanmada , Atatürk’ten gelen hiç bir değerin düşünülmediği anlaşılmıştır . Bir anlamda kurucu iktidarın temsilcisi olarak Atatürk’ün ve devletinin bitirilmek istendiği gibi bir olumsuz durum gündeme getirilmiştir . Artık hiç kimsenin Atatürk diyemiyeceği ya da Atatürk’ü bir temel kalkış noktası olarak göremiyeceği yeni bir döneme doğru geçiş sağlanmaya çalışılmaktadır . Gelecekte Atatürk’ün temel çıkış noktası olmadığı , Atatürk ilke ve devrimlerinin anayasal çerçevede korunmadığı ve Atatürk’ün partisinin de zaman içerisinde kapatılacağı bir siyasal süreç ile Türkiye karşı karşıya bırakılmaktadır ., Böylesine bir ortam sağlanırsa Türk devletinin tarihten gelen kökleri kazınacağı gibi , geleceğe dönük olarak da siyasal varlığını korumak istemesi , çeşitli anlamlara gelebilecek ya da farklı yönlere çekilebilecektir .Demokrasi görünümlü daha çok karar elde edebilme mücadelesi ülkedeki yozlaşmayı ve karşı devrimi beklenmedik bir biçimde öne çıarabilecektir .

Türk devletinin çökertilmesi durumunda , böylesine bir olumsuz girişime karşı çıkacak ve tek direnecek örgüt , devleti kuran ve cumhuriyet rejimini ilan eden Atatürk’ün siyasal partisi olacaktır . Siyasetin giderek profesyonelleştiği bir dönemde farklı kesimlerin siyasal partileri , Atatürk’ün partisinin karşı çıkışına dikkat ederek yeni dönemde yollarını ve yönlerini yeniden ayarlamak durumundadırlar . Siyasal iktidarların sürekli olarak okyanus ötesinden esen rüzgarlar tarafından biçimlendirildiği aşamada , Türkiye Cumhuriyeti yolunu bulmakta giderek zorlanmış ve bu yüzden bir çok siyasal sorun ile yakından ilgilenilememiştir . İlgisizlik dış saldırıların artmasına , ülkede ulusal bir savunmanın girderek geride kalmasına neden olmuştur . Türkiye Cumhuriyetinin hem kurucusu hem de geleceğe dönük olarak güvencesi olmak durumunda olan Atatürk’ün partisinin ,bu sıfatlarına rağmen kendisinden beklenen hizmetleri yapamadığı ve sürekli olarak hem içeriden hem de dışarıdan engellenmeğe çalışıldığı görülmektedir .Siyasetbiliminin siyasal partileri anlattığı bölümlerin ötesinde olarak ,devlet Türkiye’de iç güçler tarafından değil ama sürekli olarak dış güçler tarafından yönetilir bir duruma gelmiştir. Dış güçlerin Truva atı olarak Türkiye’de kullanılmakta olan siyasal partilerin bu durumu dikkate alarak davranmaları gerekirken , emperyal dış güçlerin insanların gözlerinin önünde her türlü senaryo doğrultusunda bir çok komplo yada siyasal senaryolara yönelmeleri kaçınılmazdır . Türk devleti ile beraber bu gibi olumsuz girişimlerden çok çeken Türk halkının devletten uzaklaşıldığı aşamada, benzeri bir sıcak yaklaşımı Atatürk’ün partisinden beklemesi normal karşılanmalıdır . Ne var ki , bu partinin de soğuk savaş döneminin koşulları altında etkisiz kalması , sonradan devreye giren küreselleşme aşamasında ise kendisinden beklendiği gibi ileri derecede eli kolu bağlı bir noktaya getirilmesi , Türk ulusu ve devleti açısından üzerinde çok ciddi düşünülmesi gereken yeni durumları gündeme getirmektedir . Türk devleti ile beraber bu siyasal yapıyı kurmuş olan siyasal unsur olarak Cumhuriyet Halk partisinin de dışlanması ,emperyalizmin Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı nın en açık göstergesi olmuştur .

Bir devlet ile beraber devleti kuran parti ve daha sonra da bu siyasal birikimi bir bütün olarak temsil etmek üzere yola çıkmış olan bir demokratik kitle örgütü olarak Atatürkçü Düşünce Derneğinin , dünyanın ortasındaki Türk ulusal birikiminin sarsılmaz ve kenetlenmiş unsurları olarak görülmelerinde , Türkiye Cumhuriyetinin geleceği açısından önemli yararlar bulunmaktadır . Devleti kuran parti Atatürk Cumhuriyetinin güvencesi olarak yola devam etmeğe çalışırken hem engellenmiş hem de kapatılarak devredışı bırakılmağa çalışılmıştır . Ara rejimlerde açıkca belli olan bu emperyal plana karşı , Türkiye cumhuriyetini kurmuş olan ulusal güçler ve onların bugünkü kuşaklarının hem devletlerine sahip çıkmaları, hem Atatürk’ün partisinin başka çizgileri kaymasını önleyebilmek üzere devreye girmeleri, hem de Atatürkçü birikimi örgütleyerek geleceğe dönük kurumlaştırmak üzere mücadele eden Atatürkçü Düşünce Derneğine destek olmaları gerekmektedir . Emperyal güçler ile beraber siyonist lobilerin ortadan kaldırmak üzere mücadele ettikleri Türk devletine sahip çıkmak çeşitli yollardan mümkün olabilir . Ne var ki , devletin kurucusu olan partinin çeşitli komplolar ile karşı karşıya bırakılması , kapatılma senaryosunun geride kaldığı aşamada yeni oyunları ve manevraları devreye sokmaktadır . Türk halkı böylesine bir çıkmaza doğru gidilirken , devletine sahip çıktığı kadar Atatürk’ün partisine de sahip çıkmak durumundadır . Partiyi dış güçlerin ara rejimden yararlanılarak kapattırmasına karşı , iç güçler ve milli merkezler in elbirliği ile açtırdığı görülmüştür . Şimdi benzeri doğrultuda bölünme ve parçalama senaryoları devreye sokularak , devleti kuran partinin Atatürkçü tabanı eritilmek istenmekte ve emperyalizmin çıkarları doğrultusunda başka siyasal çizgilere doğru zorlanmaktadır . Böylesine olumsuz bir zorlamaya karşı ,Atatürkçü birikimin devleti kuran partinin yanında yer alması beklenmelidir . Son yıllarda partiyi işgal etmiş olan Atlantikçi liberalizmin çizgisinden bu Kuvayı Milliye örgütünün kurtulabilmesi için yeni bir Atatürkçü refleksin uyanarak devreye girmesi gerekmektedir .

Atlantik emperyalizminin ABD ve İngiltere işbirliğinde ya da İsrail ile Almanya gibi devletlerin devreye girmesiyle gündeme gelen askeri dönemler , her zaman için Türkiye’yi Atatürk’ün bağımsızlık düzeninden uzaklaştırmıştır .Bu gibi batılı ülkeler sürekli olarak Atatürkçülüğü kendi çıkarları için kullanmak istemişler ve genel olarak Atatürk adına yapılan darbeleri destekleyerek ,Türk halkının aleyhine kullanmışlardır .Böylesine bir çıkmaz içerisinde Türk halkının muhafazakar kesimleri ile Atatürk cumhuriyetinin laik devleti karşı karşıya getirilmiştir . Güneydoğu üzerinden Türk -Kürt çatışması ile ,doğu Anadolu üzerinden bir Alevi-Sünni çekişmesine Türkiye kurban edilmek istenmiştir . Sonunda Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldıracak derecede bir iç savaş ya da çekişmeye doğru Türkiye’yi sürükleyecek olan bu gibi olumsuz durumlara karşı , Türkiye Cumhuriyeti devleti mücadele ederken , devleti kurmuş olan Atatürk’ün partisi de bu haklı mücadeleye destek vererek devlete yardımcı olmak durumunda kalmıştır . Bu aşamada T.C ile CHP’nin işbirliği kendiliğinden gündeme gelmektedir . T.C. tasfiye edilirken ve CHP kapatılırken ülkede varolan Atatürkçü potansiyel hızla örgütlenerek ADD’yi ortaya çıkarmıştır . ADD böylesine kutsal bir varolma mücadelesinin üçüncü ayağı olarak devreye girmek zorunda kalmıştır . Atatürk’ün partisini işgal etmiş olan Atlantikçi güçler ve batı mandacısı yöneticiler , ülkedeki Atatürkçü potansiyelin devlet ve toplum kurumlarından dışlanmasına hep seyirci kalmışlar ve Atatürk’ün partisinin kapılarını Atatürkçülere kapatarak , seçim dönemlerinde siyasetle ilgisi olmayan yetersiz ve farklı çizgilerden gelen kadroları devşirerek ,Kemalist çizgide politik kadroların Türk siyasetine egemen olmasını önlemişlerdir . Böylece içeriye karşı kendilerini daha rahat hissetmişler ve dışarıdan gelen talimatlar ile yönlendirmelere daha kolay uyum göstermişlerdir .Liberal yönetim kadrolarının sermayeye ve batı emperyalizmine teslimiyetçi tutumları yüzünden Türkiye yarı sömürge konumuna sürüklenirken , Türkiye Cumhuriyetini çağdaş uygarlık düzeyine tam bağımsız bir çizgide çıkartacak olan Atatürkçü taban ve kadrolar siyaset sahnesinin dışına itilmeğe çalışılmıştır . Cumhuriyet Halk Partisinin doğru dürüst Kemalist politikalar uygulamaması yüzünden böylesine bir olumsuz durum ortaya çıkmış ,Atatürk’ün partisinden zaman içerisinde dışlanan Kemalist kadrolar , bir büyük demokratik kitle örgütü olarak ADD’nin çatısı altında biraraya gelmek zorunda bırakılmışlardır . Bu yüzden ADD tarih sahnesine CHP’nin bir tamamlayıcısı olarak çıkmış ama kesinlikle bir siyasal partiye dönüşmemiştir .ADD’yi kendi siyasal çıkarları doğrultusunda siyasal partiye dönüştürmek isteyen bazı hırslı ama yeteneksiz kadrolar öne çıkarak maceralara kalkışmışlar ama ,bu büyük örgütün tabanının , Atatürk’ün partisine karşı başka bir siyasal parti macerasına uzak durması nedeniyle başarılı olamamışlardır . Bu gerçeği hem CHP hem de ADD tabanı ile yönetimlerinin iyi hatırlamasında ,gelecek açısından yarar vardır . Atatürkçüler devlet saygısının yanısıra parti ve dernek ayırımını iyi bilecek ve bunları birbirine karıştırmayacak sağduyuyu gösterdikleri sürece , dernek ve parti işleri birbirine karışmayacaktır .Ne var ki , hem partinin hem de derneğin Atatürk’ün yolunda onun ilkeleri doğrultusunda yürümeleri ile böylesine olumlu bir sonuç sağlanabilecektir .

T.C. bir devlettir . Tarihsel süreç içerisinde CHP tarafından kurulmuştur . CHP ise bir partidir gene tarihsel süreç içerisinde Türk halkının ulusal kuruluş savaşı verdiği aşamada kurulmuştur . Devletin arkasında böylesine bir parti gerçeği vardır ve devleti kuran bu parti Türk halkının verdiği yetkiyi temsil etmektedir . Emperyalizm ve de siyonizm Atatürk’ün devletini tasfiye ederken , Atatürk’ün partisinin devreye girerek Türkiye Cumhuriyetine Türk ulusu adına sahip çıkması gerekmektedir . Devleti kuran parti böylesine bir ulusal göreve iç ve dış çıkar çevrelerinin müdahaleleri yüzünden hakettiği biçimde sarılmazsa , o zaman Türk halkı sonradan kurmak zorunda kaldığı ADD ile , Anadolu ve Rumeli Müdafaai hukuk Cemiyeti ile başlatmış olduğu antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı varolma mücadelesine yeniden başlamak zorunda kalacaktır . Türk devleti Atatürk Cumhuriyetinden başka bir çizgiye kaydırılırsa , Atatürk’Rün partisi iç ve dış çıkar çevrelerinin istekleri doğrultusunda liberal politikalara teslim edilirse ,Türk halkı gerçek anlamda Atatürkçü mücadelesini ADD gibi Türkiye’nin en büyük ulusal demokratik kitle örgütünün çatısı altında , Türkiye cumhuriyeti anayasasının sağlamış olduğu hukuk zemininde vermeğe devam edecektir . T.C. yıkılırsa CHP devreye girecektir . CHP tasfiye edilirse ADD devreye girerek , Türk ulusunun Kuvayı milliye’den gelen ulusal kurtuluşçu insiyatifini emperyalizme karşı varolabilmek doğrultusunda kullanabilmesi sağlanacaktır . Önümüzdeki dönemde parti ve dernek kongrelerinde bu gibi konuların tartışılarak karara bağlanması ve Türk ulusuna yön gösterecek kararlar ile yaklaşımların ortaya konulması gerekmektedir . Bu konular karara bağlandıktan sonra da cumhuriyetin yeni ve genç kuşakları içinden çıkacak zinde kadrolar ve önderler aracılığı ile geleceğe dönük Atatürkçü mücadelelerin ve var olma kavgalarının verilmesi gerekmektedir . Bu aşamada yapranmış isimler ya da belirli çıkar çevrelerinin adayları ile hiç bir yere gidilemiyeceği açıktır . Kurultaylara ve kongrelere katılacak Türk halkının temsilcilerinin , tıpkı ulusal kurtuluş savaşı yıllarında olduğu gibi ülke için en yararlı olacak doğrultuda sağduyu ve özveri göstermeleri beklenmektedir .

YEREL SEÇİMLER REFERANDUMDUR "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" (Ankara, 27 Ocak 2010) -Türkiye son hızla yeni bir yerel seçimlere gidiyor. Ay sonunda yapılacak seçimler sonucunda Türkiye’nin bütün yerleşim merkezlerindeki yerel yöneticiler, halk kitlelerinin verecekleri oylar ile belirlenecektir.

YEREL SEÇİMLER REFERANDUMDUR 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 27 Ocak 2010

Türkiye son hızla yeni bir yerel seçimlere gidiyor. Ay sonunda yapılacak seçimler sonucunda Türkiye’nin bütün yerleşim merkezlerindeki yerel yöneticiler, halk kitlelerinin verecekleri oylar ile belirlenecektir. Bu doğrultuda ülkenin bütün siyasal mekanizmaları çalışmakta, partiler ve adaylar seçimleri kazanmak için mücadele ederlerken, devletin ilgili ve yetkili birimleri de yasal yetkileri doğrultusunda görevlerini yerine getirerek Türkiye Cumhuriyetinin bu sınavdan da başarıyla geçebilmeleri için üzerlerine düşen yükümlülükleri yerine getirmeğe çaba göstermektedirler. Ayrıca yerel seçimler şu aşamada ülkenin en önemli sorunu olarak öne çıktığı için, basın ve medya organları da yayınlarında bu olaya kilitlenmiş bir görüntü vermektedirler. Artık Türkiye’nin tüm sorunları ikinci plana atılmış durumda herkes yerel seçimlerin sonucunu kendi çıkarları doğrultusunda etkileyebilmenin mücadelesini vermektedir . Bir anlamda yerel seçimler Türkiye’nin geleceğinin anahtarı konumuna gelmiştir. Yürütülmekte olan bütün işler ve ve girişimlerin yerel seçimleri kazanma amacına dönük olarak planlandığı ve gündeme getirildiği açıkca görülmektedir.

Türkiye’nin geleceğinin yerel seçimlere kilitlendiği bu aşamada artık bu seçimler yerel olmaktan çıkmıştır . Giderek büyüyen bir saflaşma ve seçimlere asılma girişimlerinin tırmanma göstermesi de, Türkiye’nin geleceği için mücadele eden güç merkezlerinin bu seçimleri kazanarak, önümüzdeki dönemde Türkiye’ye ve bu ülke üzerinden dünyanın merkezi coğrafyasına yön vermeğe çalıştıkları görülmektedir. Eski Amerikan başkanı Clinton’un Türkiye Büyük Millet Meclisindeki konuşmasında belirttiği gibi Türkiye kilit bir ülkedir. Bu kilidi kendi anahtarı ile açan ve gene kendi anahtarları ile kullanan güçler dünyanın merkezi coğrafyasını da yirmibirinci yüzyılda kendi çıkarlarına ve politikalarına uygun bir doğrultuda düzenleyebilmenin şansını elde etmiş olacaklardır . Bu nedenle Türkiye’nin mutlaka ele geçirilmesi ve geleceğe dönük olarak da kesinlikle elde tutulması gerekmektedir. Amerikalıların dünya ülkelerini tasnif eden bir uluslararası raporunda belirtildiği gibi, Türkiye cepte keklik olarak görülen ülkeler arasındadır. Bir keklik olarak yakalanmış ve cebe konmuş azgelişmiş ülkenin batı emperyalizmi açısından fazla önemi bulunmamaktadır. Bu nedenle, Türkiye‘nin cepteki keklik konumu muhafaza edilmeli ve bu ülkeye fazla bir şey verilmemelidir. Gene bu doğrultuda düşünen dünya devletinin patronlarından Rockafeller’in açıkca dile getirdiği gibi, Türkiye oltaya takılmış bir balıktır ve oltaya takılan balıklara yem verilmesi gerekmez. Bu derece katı ve acımasız bir bakış açısı ile Türkiye’yi ele alan batılı emperyalist müttefiklerimiz, Türkiye’nin cepteki keklik ve oltaya takılmış balık konumunu koruyabilmek doğrultusunda bütün çabalarını gösterdikleri görülmektedir. Türkiye’yi hep eskisi gibi görmek isteyenler, Atatürk’ün ülkesindeki değişimi ve gelişmeyi görmek istememekte ve sürekli olarak eski yöntemleri kullanmak istemektedirler.

Türkiye Cumhuriyeti iki büyük dünya savaşı arasında tarih sahnesine çıkmış orta boy bir ulus devlettir . Bu konumu ile , ikinci dünya savaşı sonrasında uzun bir süre soğuk savaş döneminin baskı koşulları altında varolmağa çalışmış ve büyük mücadeleler sonucunda, Yugoslavya gibi dağılmadan yirmibirinci yüzyıla gelebilmiştir . Dünya planlarına göre önce Sovyetler Birliği yıkılmış, sonra Yugoslavya dağıtılmış ve sıra Türkiye Cumhuriyetine gelmiştir. Ne var ki, küreselleşmenin yirmi yıllık döneminde Türkiye fazlasıyla zorlanmasına rağmen bu darboğazdan geçmesini bilebilmiştir. Türkiye’nin parçalanmasından sonra oluşturulacak eyalet devletçikleri ile Orta Doğu’da emperyalizmin ya da siyonizmin kontrolunda bir bölgesel federasyon oluşturmak isteyenler Türkiye’yi dağıtamayınca Orta Doğu Birleşik Devletleri adını verdikleri, Büyük İsrail yapılanmasını gerçekleştirememişlerdir. Bunun üzerine Türkiye üzerinden yeni planlarını devreye sokarak, Atatürk’ün devlet modelini ve cumhuriyet rejimini değiştirmeğe ve kendi çıkarlarına göre yeniden başka çizgilerde oluşturmağa yönelik siyasal oluşumları ,gündeme getirerek zorla Türk toplumuna ve devletine empoze etmeğe başlamışlardır. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti iki binli yıllarda Büyük Orta Doğu ve ılımlı İslam projeleriyle uğraşmak ve dışarıdan zorla Türkiye’ye kabul ettirilmek istenen bu planlar yüzünden hem doğal yapısını hem de anayasal devlet modelyini yitirmek tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır . Böylesine bir aşamada hiç bir eski birikimi olmayan farklı bir siyasal parti iç ve dış desteklerle, kısa bir zaman dilimi içerisinde tek başına iktidara gelmiş ve böylesine bir sonucun elde edilmesi içinde, Türk halkının oyları ile iktidara gelmiş olan üçlü koalisyonun bazı komplolar ile düşürüldüğü görülmüştür. Bütün amaç Türkiye’yi ılımlı İslam devletine dönüştürerek, ABD ve İsrail’in çıkarları için hazırlanmış olan Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail Projeleri için kullanmak olunca, Türkiye’nin iç politika koşulları böylesine bir senaryoya kilitlenmiştir.

İkinci dünya savaşı sonrasında ABD’nin Orta Doğu’ya gelişi ve İsrail’in kuruluşu ile beraber, Türkiye’nin iç ve dış politikası bu iki devletin güdümüne girmiş ve emperyalizm ile Siyonizm’in plan ve programları doğrultusunda, Türk devleti dünyanın merkezi coğrafyasında çeşitli oluşumlara dışarıdan itilerek yönlendirilmiştir . Türkiye’nin demokrasiye geçmesi, merkez sağ partilerin biribirini izleyerek uzun süreler iktidarda kalmaları, sistemin yürümediği ya da aksadığı aşamalarda askeri yönetimlerin devreye girdiği bir dönem günümüze kadar Atlantik inisiyatifinin patronluğunda tamamlanmağa çalışılmıştır. Ama artık gelinen bu aşamada, soğuk savaş döneminin eskiden kalma koşullandırmalarıyla seksen milyonluk bir ülkenin yönetilemediği ortaya çıkmıştır . Ne var ki, emperyalizm iki kutuplu dünya döneminin korku ve baskılarıyla gene de Türkiye’yi bir yerlere sürüklemekten vazgeçmemiştir. Siyono-emperyalizm dünyanın jeopolitik merkezini ele geçirirken, sürekli olarak Türkiye’nin iktidarlarını da kendisi belirlemiştir . Bu doğrultuda , sağcı liderler Eisonhower, solcu liderler de Rockafeller burslarıyla yetiştirilerek birer sömürge valisi gibi, Atlantik kıyılarından Türkiye’ye gönderilmişler ve okyanus ötesinden uzaktan kumandalı bir biçimde bu lider görünümlü elçiler aracılığı ile Türk devletinin politikaları,Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ters düşen bir biçimde ayarlanmağa çalışılmıştır. Merkez sağ ve sol liderler sürekli olarak Atlantik kıyılarından gelen inisiyatif doğrultursunda hareket ettikleri için, önce merkez sağ çökmüş daha sonra da solcu olmayan liberal liderlerin kontrolu altındaki merkez sol çökertilmiştir . Seçimler yolu ile iktidarların değişmesiyle hiç birşeyin değişmediğini gören halk kitleleri de bunun üzerine demokrasiden umutlarını yavaş yavaş yitirmeğe başlamışlar ve bu gibi durumlar da askeri yönetimler devreye girerek yeniden demokrasi arayışları tırmandırılmıştır .Soğuk savaş dönemi askeri yönetimler ile demokrasiye geçiş aşamaları arasında dengelenerek geçirilmiştir .

Merkez sağ ve solun Atlantik insiyatifinin baskıları nedeniyle çökertildiği Türkiye’de ikibinli yılların başında bir bölgesel plan uğruna yepyeni bir parti kurdurularak işbaşına gelmesi sağlanmıştır. Sağ ve sol partilerin çökmesiyle oluşan tepki oyları büyük basın ve medya kampanyaları ile yeni partinin arkasına sürüklenmiş ve böylece büyük bir çoğunluğa dayanan yepyeni bir iktidar şimdiye kadar dışlanan İslamcı kimliğini öne çıkaran din tabanına dayandırılmıştır. Ilımlı İslam bayrağı ile Türkiye’yi batıdan ve Avrupa’dan uzaklaştırarak Orta Doğu’ya kilitleyen bu plan, yeni parti aracılığı ile uygulamaya geçirilmiş ve bu doğrultuda Türk devletinin Atatürk modeline dayanan siyasal yapılanmasını zorlayan ve değiştirmeyi hedefleyen adımlar teker teker atılmıştır . Sağ ve sol partiler dış insiyatif baskılarıyla çökertildiği için, kurulur kurulmaz iktidara gelme şansını yakalayan yeni parti, iktidarın nimetleriyle işi daha da büyütmüş ve ülke düzeyinde bir dönüşümü bölgesel planlar doğrultusunda zorlamağa başlamıştır. Bu nedenle, devletin: ulusal,üniter,merkezi,laik ve sosyal hukuk devleti karakteri ciddi boyutlarda tehdit altına girmiştir. Devlet ve hükümet karşıtlığı zaman içerisinde siyasal iktidar ile yüksek yargı arasında ciddi gerginliklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Anayasa değişiklikleri girişimleri ile beraber, ana muhalefet partisinin yüksek yargı organlarına yaptığı başvurular ,ülkede üst düzeyde hukuk tartışmalarına neden olmuştur. Küresel emperyalizm Türkiye’yi kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda dönüştürmek için baskı yaptığı bu aşamada iktisatçılar, sahip oldukları ekonomik mantığı geçerli kılabilmek üzere sayfalarca hukuk yazıları yazarak ekonomik bir kamu hukuku yaratabilmenin çabası içinde, iktidar partisine yol göstermeğe çalışmışlardır .

Dünyanın hiç bir ülkesinde görülmemiş biçimde kurulur kurulmaz iktidar olma şansını yakalayan yeni parti, kendisini işbaşına getiren süreç ve destekçileri doğrultusunda hareket etmiş ve bu doğrultuda geniş bir dış desteğe sahip olmuştur. Ilımlı İslam görünümü liberal politikaların üzerini örtmüş ve dış yönlendirmelerin ulusal çıkarlarla çatışan yanları halkın gözünden kaçırılmıştır . Bu doğrultuda yeni bir medya yaratmak, karşıt sesleri ve yayın organlarını devre dışı bırakmak gibi demokrasiyle bağdaşmayan baskılar uygulanmıştır.

Türkiye’nin bugünkü iktidarı geçmişin koşullarından yararlanarak işbaşına gelme şansını elde eden bir siyasal yapılanmanın sonucudur. Bu anlamda geçmişin son temsilcisidir ama yeniyi temsil etmemektedir. Geçmişin koşullarında sağ ve sol partiler çökertilerek teslim alındığı için, hemen iktidar olma şansı doğmuş ve tepki oyları dışlanan İslamcı tabanla birleştirilerek yeni tür bir iktidarın bölgesel planlara uygun olarak Türkiye’nin başına gelmesi sağlanmıştır. Hemen iktidara gelindiği için, bu durumun nimetlerinden yararlanılarak ikinci kez iktidar olma şansı da yaratılmıştır. Artık her şeyin açıkça ortaya çıktığı bu aşamada, geçmişten gelen bir süreç gene güç merkezleri tarafından Türkiye’yi bir yerelere doğru yönlendirebilmek üzere kullanılmak istenmektedir. Değişen koşullara ayak uyduramayan bütün partiler silinip gitmiş, var olanları da cılız bir biçimde bir şeyler yapmağa çalışmışlardır.

Emperyal planlarla Türk devletinin dönüşüme zorlanma aşamasında, tıpkı devletin kuruluş aşamasındaki gibi tek partili bir siyasal tablo ortaya çıkmıştır. Atatürk döneminin tek parti yönetimi o dönemin zorunluluklarının sonucuydu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında uzun süren bir kurtuluş savaşı sonrasında hemen demokrasiye geçiş için uygun bir ortam yoktu . Ayrıca ikinci dünya savaşına giden aşamada ülkenin güvenliği birinci derecede önem taşıyordu. Şimdi yeniden tek partili bir döneme gelinmesi , yarım asırlık Türk demokrasisi açısından çok ciddi bir tehlikedir . İktidarın seçimle el değiştirmesini sağlayacak alternatif partilerin olmaması , ülke politikasını karşı denge unsurundan yoksun bırakmakta bu nedenle de iktidar giderek sertleşme eğilimleri gösterebilmektedir . Çağdaş demokrasilerdeki gibi yasama ve yürütmenin dengeli oluşumu ve her an iktidarın seçimlerle değişme şansının bulunması iktidarların sertleşmesini dengeleyebilmektedir. Eşit ağırlıklı muhalefet partilerinin bulunmaması demokrasileri çökerten başlıca nedendir. Bu durumun örnekleri batı ülkelerinde de zaman zaman görülmüştür. Hiç bir zaman tek partili demokrasi olamaz. Partiler demokrasisinin eşit ağırlıklarla karşılıklı denge içinde gelişmesi gerekmektedir.

Yerel seçimler demokratik alternatiflerin yeniden yaratılabilmesi için çok önemli bir şanstır. Çökmüş olan partilerin toparlanabilmesi, ana muhalefetin iktidar partisi ile eşit ağırlığa ulaşabilmesi açısından, yerel seçimler Türk halkı tarafından değerlendirilmelidir. İktidarın tek parti yönetimine kaymaması için, yerel dengelerin yeniden oluşturulması ve merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasında karşılıklı yeni dengelerin kurulması demokrasinin yaşayabilmesi için zorunludur.Yerel seçimler bu açıdan tam bir referandum konumuna gelmiştir. Türk halkı vereceği oylar ile ülkenin geleceğini belirleyecektir.

BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" (ANKARA KALESİ NO: 170 - Ankara, 25 Nisan 2013)-Geçen Mart ayının son haftası içinde, Tunus’un başkentinde, dünya halklarının temsilcilerinden oluşturulan DÜNYA SOSYAL FORUMU'nun son kongresi yapıldı. Dünya medya ve basın organlarından geniş yer bulan bu kurultayın toplantı sonucunda tüm insanlığa seslenen bir bildiri “BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN" başlığı altında yayınlanmıştır.


ANKARA KALESİ NO: 170
"BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN"
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 25 Nisan 2013

Geçen Mart ayının son haftası içinde ,Tunus’un başkentinde ,dünya halklarının temsilcilerinden oluşturulan DÜNYA SOSYAL FORUMU ‘nun son kongresi yapıldı .Dünya medya ve basın organlarından geniş yer bulan bu kurultayın toplantı sonucunda tüm insanlığa seslenen bir bildiri “BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN “ başlığı altında yayınlanmıştır .Küresel sermayenin satın almış olduğu Türkiye’deki liberal ya da dinci yayın organlarının hepsinin görmezden geldiği bu önemli toplantı ve bildirinin üzerinde fazlasıyla durulması gerekirken ,kapitalist düzene teslim olmuş yayın ve yazar kadrolarının patronlardan gelen direktifler doğrultusunda hareket etmeleri yüzünden ,dünya insanlığı için yaşamsal öneme sahip olan bu halklar kurultayı görmezden gelinmiştir . Belli başlı yayın organlarında doğru dürüst yer verilmeyen , Dünya Sosyal Forumunun son kongresinde ,küresel sermaye diktatörlüğü kurmağa çalışan para babalarının oluşturdukları finans kapital boyunduruğu altında ezilmek istenen halk topluluklarının temsilcileri bir araya gelerek , uluslar arası bir dayanışma ortamında emperyalist kapitalistlere teslim olmayacaklarını ve onların insanlığa dayattığı küresel faşizmin tek yol olmadığını , halkların dayanışması yolu ile daha adil ve insancıl bir düzen kurulabileceğini ve bu doğrultuda başka bir dünyanın mümkün olduğunu evrensel bir bildiri ile ortaya koymuşlardır .

Küresel emperyalizm karşıtı olan dünya devletleri ve halklarının temsileri her yıl bir başka ülkede bir araya gelerek ,Dünya Sosyal Forumu adı altında batı merkezli dayatmalara karşı çıkarak , çeşitli saldırı ve işgal girişimlerine karşı dayanışma içinde birbirlerine yardım ederek , alternatif bir küresel dünya arayışı içine girmişlerdir . Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm işbirliği ile başlatılan Arap Baharı karışıklıklarının ilk ortaya çıktığı yer olan Tunus kentindeki büyük alanda tüm katılımcıların iştiraki ile başlayan Dünya Sosyal Forum’una ,bu yıl 127 ülkeden 30 binden fazla katılımcı geldiği için ,forum programında salon toplantıları kadar sokak yürüyüşlerine ve meydan mitinglerine de yer verilmiştir . Küreselleşme işbirlikçisi sivil toplum kuruluşlarına karşı mücadele veren bütün işçi sendikaları , her ülkenin ulusal demokratik kuruluşları ile emperyalizme karşı çıkan bütün antiemperyalist kuruluşlar “ başka bir dünya mümkün “sloganı altında bir araya gelerek bütün dünyaya seslerini duyurabilmek üzere haykırmışlar ,düzenledikleri toplantılarda aldıkları kararlar ile geleceğe dönük daha aktif bir mücadele içine girmişlerdir . Toplantıdan bir ay önce ölen Venezuella’nın antiemperyalist devlet başkanı CHAVEZ’in ruhu , sosyal forumun bütün toplantılarında antiemperyal rüzgarlar estirmiş ve kararlar bu doğrultuda emperyalizme karşıt bir çizgide alınmıştır . Arap baharının başlatılması için evinin bahçesinde batılı gizli servisler tarafından öldürülen Şükrü Belaid ile Chavez’in posterleri bütün Tunus kentine asılmış ve onların resimleri altında toplantılar dizisi tamamlanmıştır . Toplantının Tunus’ta yapılması nedeniyle Orta Doğu’da yaşanan emperyalist saldırılar ve savaş kışkırtmaları , forumda ele alınan başlıca konular olmuş ve bu bölgelerde savaş ile teröre karşı neler yapılabileceği konusunda arayışlar sürdürülmüştür . Tunus olayları sonrasında Libya,Mısır ‘dan sonra Suriye’ye sıçrayan olaylar geniş boyutlarda ele alınmış ve bu doğrultuda ABD emperyalizmi ile İsrail Siyonizmine karşı bölge halklarının ve devletlerinin neler yapabileceği enine boyuna tartışılmıştır . Bölge devletlerinin ve halklarının bir araya gelerek dışa karşı savunmacı bir dayanışmaya girmesini istemeyen küresel emperyalistler işbirlikçi ajanlarını toplantılara sokarak antiemperyalist küresel bir dayanışmanın oluşmasını önlemeğe çalışmışlardır . Ne var ki bütün bu engellemelere rağmen gene de dünya halkları başka bir dünyanın mümkün olduğunu ve bu doğrultuda çalışacaklarını resmen ilan etmişlerdir .

Dünya Sosyal Forumu’nun 2013 Tunus zirvesinde “Başka bir dünya mümkün “ başlığı altında yayınlanan resmi sonuç bildirgesinde şu hususlara yer verilmiştir : Dünya Sosyal Forumu ,sosyal hareketlerin ,kapitalizme,ataerkil düzene,ırkçılığa ,ayrımcı ve baskının tüm biçimlerine karşı ortak gündem ,ortak mücadele oluşturmak için insanların bütün çeşitlilikleri ile bir araya geldiği yerdir . Katılımcılar neoliberal ittifaklara müdahale etmek ve doğanın onurunu koruyan bir gelişim için çeşitli alternatifler oluşturarak Latin Amerika’da olduğu gibi ortak bir tarih inşa etmek için bir araya gelmişlerdir . Bütün kıtaların halkları olarak ,küresel sermayenin egemenliğine ,ekonomik gelişim ve siyasi istikrar yanılsamalarıyla donatılmış vaatlere karşı mücadele edilmektedir . Diktatörleri devirmek ve neoliberal sisteme meydan okumak için Magrip bölgesinde ayaklanmalarla başlayan fakat yenilenen muhafazakar güçlerin egemenlik kurmağa çalıştığı bir süreç ile karşı karşıya kalınmıştır . Bu bölgedeki ayaklanmalar kamusal yerlerin işgaliyle ilham verici bir öfkeyi dünyanın tüm kıtalarına taşımıştır .Bankaları ,ulus ötesi şirketleri,medya holdingleri,uluslar arası kuruluşları ve neoliberalizmin kirlenmişhükümetleri ile kapitalizmin derinleşen krizinin şiddetlenmesitüm dünya insanlığını olumsuz etkilemektedir . Savaşlar,askeri işgaller,serbest ticaret anlaşmaları ve neoliberal kemer sıkma politikaları ,ortak malları ve kamu hizmetlerini özelleştiren,ücretleri ve sosyal hakları kesen ,işsizliğiartıran kadının görünmeyen emeğini daha da değersizleştiren ve doğayı yok eden bir ekonomik yapıyı ifade etmektedir . Bu tür politikalar zengin kuzey ülkelerine karşı daha sert grevler ile protesto edilirken ,artan göç,mülksüzleştirme ,artan eşitsizlik ve borçlandırma gibi sonuçlarıyla daha yoğunluklu olarak Akdeniz ülkelerinde protesto edilmektedir . Bu politikalar muhafazakarlığı artırırken ,kadın bedeni ve yaşamı üzerindeki egemenlik anlayışını da pekiştirmektedir . Ayaklanmalar üzerinde artan baskıları ,sosyal hareketlerin liderlerinin suikastler yolu ile ketledilmesi ,mücadele ve taleplerin kriminalize edilmesi topluca kınanmaktadır .

Sosyal forumun bildirgesinin ikinci kısmında ise şu konulara yer verilmiştir :Kapitalizme karşı ortak mücadele kararlılığının yenilenmesi için bu toplantı yapılmakta ve ortak bir strateji izlenebilmesi için rehberlik yapılabilmesi amacıyla bu toplantı yapılmıştır . Kapitalizmin ajanları olan ulus ötesi şirketler ile küresel finans isteminin örgütleri bütün dünyayı kamu mallarını,havayı,suyu,toprağı ve yer altı zenginliklerini özelleştirerek insanlığa yaşanacak bir dünya bırakmamaktadır .Bugün halklar üzerinde saldırı ve işgallerle baskı kurmağa çalışan ekonomik ve mali baskıların yaratmış olduğu kirli borçlara karşı çıkan sosyal forum üyeleri , ABD öncülüğünde zorla dayatılan serbest ticaret anlaşmalarına karşı çıkarken dünya halklarının hareket özgürlüğünü temel alan halkların egemenliğinde kurulacak başka bir küreselleşme alternatif olarak savunulmaktadır . İklim düzeni ve doğal yaşam kapitalist sistemin aşırı üretimi yüzünden bozulmakta ,fabrikalarda yeterli düzen kurmayan uluslar arası şirketler aşırı sera gazı üretimi ile atmosferi bozmaktadırlar . Genetiği değiştirilmiş yapay gıda düzeni ile yoksul halklar tehlikeye atılmakta ,ekonomik kalkınma masallarıyla ormanlar yok edilirken , arazilere el konulmaktadır . Kadınlara karşı şiddete karşı çıkan sosyal forum üyeleri ,toplumsal mücadeleler içinde kadının yer alması gerektiğini ,kadına karşı uygulanan şiddetin önlenmesi için adımlar atılmasının zorunluluğunu ,kadını metalaştıran ve ev içinde cinsel şiddete maruz bırakan her türlü girişime karşı çıkılmaktadır . Savaşa karşı barış için ,toprakların militarize edilmesine ve işgalciliğe ,sömürgeciliğe kesinlikle karşı çıkılmakta ; Haiti,Libya,Mali ve Suriye ‘de olduğu gibi insan haklarını koruma yalanı ile sürdürülen işgaller ve sahte söylemler kınanmaktadır . Doğal kaynakları alt üst eden yabancı askeri üsler kınanırken , İsrail ve Nato saldırganlığına açıkca karşı çıkılmakta ve bu doğrultuda örgütlenerek mücadele etme özgürlüğü savunulmaktadır . Dünya toplumsal hareketlerinin gelecekte kapitalist emperyal düzeni paramparça edecek , insanlığın tam anlamıyla küresel birliğe ilerleyebilmesi için her türlü sömürüye ,ırkçı baskılara ve saldırılara karşı her türlü mücadeleyi kararlılıkla sürdüreceği dünya kamuoyuna açıklanmaktadır .

Türkiye’den bazı sendikaların katıldığı Dünya Sosyal Forumu zirve toplantısında çalışan halk kesimlerinin iş koşulları ve sorunları ile beraber , dünyadaki kadın sorunu çeşitli yönleriyle ele alınmıştır . İşçi sendikacılığının gerilemesi yüzünden öne çıkan memur sendikalarının daha güçlü bir biçimde katıldığı toplantılarda ,Türkiye’de yaşanmakta olan siyasal süreç ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan olumsuz gelişmeler de ele alınarak toplantılarda tartışma konusu yapılmıştır . Özellikle ,küresel kapitalist sistemin çıkarları ve baskıları doğrultusunda sürdürülen ekonomik politikaların yaratmış olduğu yaşam sorunları üzerinde durulmuş ,ileri demokrasi görünümü altında daha geri ve ilkel adımlarla Türkiye’nin geriye doğru bir gidişe yöneldiği çeşitli toplantılarda dile getirilmiştir . Tümüyle haksızlığa ve eşitsizliğe dayanan , küresel kapitalist sistemin çalışan halk kitleleri üzerinde yarattığı olumsuzluklar açıklanırken ,Türkiye’de yaşanmakta olan olumsuz siyasal gelişmelerin ülkeyi ne gibi çıkmazlarla karşı karşıya bıraktığı anlatılmağa çalışılmıştır . Türkiye’deki emek hareketi açısından Orta Doğu perspektifleri üzerine , foruma katılan sendikalar toplu bir sunum yapmışlardır . Emek ve kadın hareketlerinin birlikte hareket ederek forumun gündemini belirlemeleri yüzünden sonuç bildirgesinde de bu çizgideki örgütlerin isteklerine öncelik verilmiştir . Özellikle az gelişmiş ülkelerde yaşayan kadınların ezilmeleri ve baskı altında kalmaları nedeniyle, yaşanmakta olan sorunlar geniş boyutlar ile dile getirilerek dünya halkları bu doğrultuda bilinçlendirilmeğe çalışılmıştır . Toplumların yarısını meydana getiren kadınların sorunlarının öncelikli bir biçimde çözüme kavuşturulmasıyla insanlığın çokt daha hızlı bir kalkınma süreci içine gireceği bu toplantıda açıkca dile getirilmiştir .

Her yıl İsviçre’nin kayak kenti Davos’ta toplanan Dünya Ekonomik Forumu , uluslar arası finans kapital düzeninin çıkarları doğrultusunda küresel bir imparatorluk kurabilme peşinde koşarken aşırı zengin bir düzeye gelen tekelci firmaların patronlarının isteklerine boyun eğmekte .bir avuç azınlık olan para babalarının çıkarları doğrultusunda dünya devletlerini hedef alan işgalci ve saldırgan politikalara öncelik veren bir uygulama çizgisini kararlı bir biçimde izlemektedir . Çeyrek yüzyıl önce ,beşte bir toplumu yaratmak üzere yola çıkan küresel kapitalist sistem , aradan bu kadar yıl geçtikten sonra beşte birlik bir zengin toplum yaratacağına , en sonunda yüzde birlik bir toplum noktasına gelerek duraklamıştır . Yoksulluk,açlık ve işsizliği dünyadan kaldırmak üzere yola çıkan küreselleşme akımı , aynı zamanda orta tabakaları da zenginleştirmeyi hedefliyordu . Ayrıca alt tabakalar orta tabaka haline gelirken ,orta tabakaların içinde beşte bir toplumunun yeni zenginleri ortaya çıkacaktı . Ne var ki ,böylesine yeni dengeler arayan bir yaklaşımın en sonunda beşte birden yüzde bire inmesiyle beraber , dünya kapıtalist sitmenin merkezi olan New York kentinde açlar ve işsiz yoksul kitleler “%I’e karşı %99” hareketini başlatmak zorunda kalmışlardır . Küreselleşme akımının yeni bir dünya dengesi kuracağına ,giderek finans kapital denilen merkezi yapılanmanın güdümüne girerek çok daha büyük bir haksızlığa dayanan yeni bir tür emperyalizmi tırmandırmasıyla , %99 hareketi kendiliğinden ortaya çıkarak , aşırı zenginleşen %I’e karşı harekete geçmiştir . Dünya Sosyal Forumunun kurulmasına neden olan olaylar zinciri ile , yoksul kitlelerin umudu haline gelen %99 hareketi zamanla antiemperyalist çizgide birleşerek , batı kapitalist sisteminin aşırı saldırgan ve işgalci girişimlerine karşı büyük bir dayanışma içerisine girmişlerdir . Dünya Ekonomik Forumu üzerinden , İMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar aracılığı ile insanlığa zorla dayatılan haksız ve eşitsiz ekonomik plan ve programların dünyayı her geçen gün daha kötü bir çizgiye doğru sürüklediği görülmüştür . İşte Dünya Sosyal Forumunun ortaya çıkışını , bu büyük haksız ve adaletsiz gidişe olan tepki ile açıklamak mümkündür .

İnsanlığın büyük birikimi olan Birleşmiş Milletleri bir yana atarak yerine Dünya Ticaret Örgütünü kuran , ve bu örgüt üzerinden dünya toplumlarını yeni bir küresel ekonomiye zorlayan ,tekelci şirketlerin küresel çıkarları doğrultusunda bütün dünyayı bir şirketler dünyası olarak gören küresel emperyalizmin bu çıkışlarına karşı çalışan halk kitlelerinin sendikaları öne geçerek bir sosyal dayanışma platformu arayışına girdikleri aşamada Dünya Sosyal Forumu oluşumu kendiliğinden dünyanın gündemine girmiştir . Küreselleşmenin ilk on yılı sona erdikten sonra ,ikibinli yıllar ile beraber Dünya Ticaret Örgütünün zirve toplantıları ile Dünya Ekonomik Forumunun yıllık toplantıları sosyal forumun öncüsü olan kuruluşlar tarafından yakından izlenerek ,aynı yer ve zamanda karşıt toplantılar düzenlenmeğe başlanmıştır . Karşıt toplantılar bazen açık hava mitingleri olarak meydanlarda gündeme getirilerek halk kitlelerinin katılımı da sağlanmış ve böylece dünya halklarının bir avuç azınlığın çıkar düzenine teslim olmayacağı gösterilmiştir . Özellikle Amerika Birleşik Devletlerinin önde gelen kentlerinden birisi olan Seatle’da 2002 yılında toplanmış olan Dünya Ticaret Örgütü zirvesi bu konuda bir dönemeç olmuş ve yoksul Amerikalıların katılarak destek verdiği karşıt toplantı ve mitingler fazlasıyla etkin olarak ses getirince ,Dünya Sosyal Forumu’nun resmen kuruluşuna giden yol açılmıştır . Bir avuç patronun para babası olarak dünyayı satın alması girişimi olarak gelişen küresel emperyalizme karşı insanlığın en büyük başkaldırısı kapitalizmin merkezi olan Amerika Birleşik Devletlerinde gündeme gelmiş ve Seattle toplantısından sonra Dünya Sosyal Forumu resmen oluşma aşamasına gelmiştir . Dünya Ticaret Örgütünün başını çektiği Dünya Ekonomik Forumunun alternatifi olarak Dünya Sosyal Forumu bu aşamadan sonra insanlığın gündemine girmiştir .

Ezenlerin Dünya Ekonomik Forumu’na karşılık olarak gündeme gelen Dünya Sosyal Forumu bir anlamda ezilenlerin toplumsal dayanışma örgütlenmesi olarak gelişmiştir . Sosyal Forumların ortaya çıkışları ,farklılıklara,özyönetim etkinliklerine ,işbirliğine ve hiyerarşi yerine yataylığa ve birlikte öğrenmeye dayanan bir siyasal kültürü yaratma gereksinmesiyle yönlendirilmeğe çalışılmıştır Ezilen halk kitlelerinin ezen konumundaki küresel emperyalizme karşı kendini koruma çizgisinde bir alternatif arayışına sahne olan sosyal forumlar bir anlamda ezilenlerin yakınlaşma ve dayanışma platformları olarak gelişme göstermiştir . Küresel emperyalizmin beşiği olan ABD’nin yanıbaşındaki güney Amerika kıtasındaki siyasal ve sosyal tepkiler zamanla siyasal alana yansımalar gösterince brezilya İşçi Partisi bu gelişmeler ile yakından ilgilenmek durumunda kalmış ve sosyal sorunları daha iyi izleyebilme doğrultusunda Sao Paulo kentinde ilk sosyal forumu örgütlemiştir . Bu kentin yanı başında yer alan Porto Allegre kenti ise çok başarılı bir biçimde uygulamış olduğu katılımcı belediyecilik uygulaması ile radikal bir dönüşüme imza atarak öne çıkınca ,bütün sosyal kuruluşlar ilk örgütlü forum toplantısında Brezilya’nın Porto Allegre kentinde 2003 yılında düzenlemişlerdir . Brezilya İşçi Partisinin öncülüğündeki bu girişime , Vatandaşlık girişimleri hareketi ,Barış ve Adalet için arayış hareketi , Vatandaşların yararına finansal hareketler topluca katılım gösterince iş büyümüş ve hızla bir alternatif uluslar arası insiyatife dönüşmüştür . Batı kapitalizminin on yıllık küreselleşme dönemi içinde bütün dünyanın gereksinmelerini karşılayabilecek yeni bir düzen kuramaması nedeniyle ortaya çıkan alternatif arayışları doğrultusunda sosyal forum çalışmaları ilerleyerek Dünya Sosyal Forumu adı altında evrensel bir örgütlenmeyi ortaya çıkarmıştır . İlk toplantıdan sonra ,Porta Allegre kenti merkez olarak kabül edilmiş ve katılımcı kuruluşların temsilcilerinden oluşan bir daimi konsey yapılanmasına gidilmiştir . Küresel emperyalizme karşı çıkan Dünya sosyal Forumu ,uzun vadeli bir plan olarak daha adil,eşitlikçi ve özgürlükçü bir yeni dünya düzeninin evrensel dayanışma yolu ile bütün dünya devletleri ve halklarının ortak katılımlarıyla yepyeni bir dünya düzeni oluşturulmasını ana amaç maddesi olarak benimsemiştir . Şirketlerin yapamadığını ,toplumsal kuruluşlar yapmak üzere yola çıkmışlardır .

Dünya Sosyal Forumu kuruluşundan hemen sonra büyük bir gelişme göstermiş , medyada geniş yer almasıyla beraber dünyanın çeşitli ülkelerinden fazlasıyla katılma talepleri gelmeğe başlamış ,çeşitli uluslar arası kuruluşlar bu forum oluşumu ile yakından ilgilenmeğe başlamışlardır . İkibinli yılların ilk üç yılında Porto Allegere kentinde yapılan Dünya Sosyal Forumu zirve toplantıları daha sonraki yıllarda Hindistan’ın Mumbai,Venezuella’nın Karakas,Mali’nin Bamako ,Pakistan’ın Karaçi,Kenya’nın Nairobi,Senegal’in Dakar ve Brezilya’nın Belem kentlerinde yapılmıştır . Forum her yıl kendi zirve toplantılarını yaptığı gibi , Dünya Ekonomik Forumu ile Dünya Ticaret Örgütünün zirve toplantılarının yapıldığı kentlerde de aynı anda karşıt zirve toplantıları düzenleyerek , gerçek anlamda bir alternatif oluşturma çizgisinde çalışmalarını kararlı bir biçimde sürdürmüştür . Bölgesel ya da küresel forum toplantıları düzenlenmesi konusunda bir ara forumun daimi konseyinde tartışma çıkmış ama d6aha sonra her iki alanda da çalışmalara devam edilmesi kararıyla çalışmalar hızlandırılmıştır . Küresel forum zirvelerinden sonra Asya,Afrika ve Avrupa gibi kıtalarda bölgesel zirve toplantıları gündeme gelmiş ve bu doğrultuda çeşitli çalışmalar yapılarak toplantılar düzenlenmiştir . Sosyal forumlar ekonomik forumları karşısına alan bir anti Davos çizgisinde düzenlenirken ,bu durumdan kurtulmak üzere daha geniş boyutlu çalışmalara yönelerek sosyal forumun çeşitlilik ve zenginlik kazanmasına dikkat edilmiştir . Daha kapsayı ve genel çizgideki çalışmalar zaman içerisinde sosyal forumun hem yapısını genişletmiş hem de etkinliğini artırmıştır .

Tekelci şirketler ekonomiyi kontrol ederek bir küresel özel alan yaratmağa çalışırken , halk kitlelerinin ayağının altından yurtları kaydırılmış , çatısı altına sığınarak hak ve özgürlüklerini elde etmeğe çalışan halk kitlelerinin üstünden devletleri alınmış böylece dünya haritası devletletsizleştirilirken , halk kitleleri de yurtsuzlaştırılarak açıkta bırakılmışlardır . Ekonomi üzerinden her şeyin özelleştirilerek tekelci şirketlere teslim edilmesi üzerine devletler kendi ekonomilerini kontrol edemez hale gelmişler halk kitleleri de açlığa ve yoksulluğa teslim edilmişlerdir . İşte böylesine büyük bir çıkmazı düzeltmek üzere yola çıkan Dünya Sosyal Forumu ,küresel bir kamusal alan oluşturmak üzere yola çıkmıştır .Dünyayı bir sermaye kıskacı içine almak isteyen neo-liberalizme karşı öne çıkan sosyal forum ,insan topluluklarını sermayenin güdümündeki ekonomik sömürüden kurtararak daha insancıl bir çizgide yeni bir toplum modeli yaratmayı hedeflemiştir . Birbirinden farklı sosyal hareketlerin aynı toplum düzeni içinde özgürce çalışabilmelerini sağlayacak koşulların yaratılmasına öncelik veren sosyal forum , böylesine bir çalışma düzeninin küresel şirketler aracılığı ile bozulmasının önlenebilmesi için de çeşitli kurallar ve politikalar geliştirmeğe çalışmıştır . Liberal emperyalizmin ve faşizmin insan topluluklarını ezmesine karşı çıkan sosyal forum , halk kitlelerinin hak ve özgürlüklerinin korunabilmesi için , devletin koruması altında geniş bir kamusal alanın yaratılmasını ve toplulukların hak ve özgürlüklerinin böylesine geniş ve sağlam bir küresel kamusal alan içerisinde koruma altına alınabilmesini gerçekleştirmek için çaba göstermiştir . Dış ilişkilerde küresel bir adalet ve barış hareketinin yürütülmesi her zaman için sosyal forumun gündeminde olmuştur . Daha adil ve eşitlikçi bir dünya arayışı içinde alternatif küreselleşme yollarının aranmasına , küreselleşmenin halk tabanına daha adil bir biçimde yansıtılabilmesi için aşağıdan gelişen bir alternatif küreselleşmenin düşünülmesi gerektiği forumun çatısı altında uzun süre tartışılan ana konulardan birisi olmuştur . Sosyal forumun yaratacağı küresel kamusal alan içinde ekonominin ve özelleştirmelerin ortaya çıkardığı bütün haksızlıkların giderilmesi ve bu doğrultuda yeni sosyal plan ve programların hazırlanmasına karar verilmiştir . Küresel emperyalizm , özelleştirmeler yolu ile kamusal alanı küçültmeğe çalışırken , Dünya Sosyal Forumu kapitalist emperyalizme meydan okuyarak yeni bir küresel kamusal alan yaratabilmenin peşinde olmuştur . On yıllık kuruluş dönemini geride bırakan sosyal forum artık daha örgütlü bir çizgide dünya sahnesine çıkarak ,üstlenmiş olduğu hakkaniyeti yerine getirme ve daha dengeli bir yeni düzen oluşturma doğrultusunda daha etkin çalışmalar yapabilecektir .

Dünya Sosyal Forumu bir yönüyle de açık alan örgütlenmesi olarak kabül edilebilir .İnsanlığı ilgilendiren her türlü sosyal çalışma ya da toplumsal hareketler ,sosyal forum çatısı altında çalışmalarını yürütebileceği gibi foruma paralel çalışmalar içine de girebilirler . Bu gibi durumlar hem bir çeşitlilik yaratmakta hem de forumun sosyal çalışmalarının etkinlik kazanmasında yararlı sonuçlar sağlayabilmektedir . Bu çerçevede Dünya Sosyal Forumunun her türlü sosyal hareketi yakından izlemesi ve bunları kendi çatısı altına alarak destekleyerek güçlendirmesi önümüzdeki dönemlerde kendiliğinden gündeme gelebilecektir . Hareketlerin hareketi anlamındaki bir sosyal forumun daha fazla etkinlik kazanabilmesi ve tüm sosyal hareketlerin en üst düzeyde yansıdığı bir büyük yapılanma içerisine girmesi önemli ölçülerde katkı sağlayabileceği gibi , küresel şirketlerin güdümündeki emperyalist küreselleşmenin yaratmış olduğu çeşitli sorunların ve gündeme getirdiği bir çok hasarın giderilerek yeniden dengelerin sağlanmasına da katkıda bulunabilecektir . Dünya Sosyal Forumu , her şeyin piyasaya teslim edildiği bir aşamada sadece piyasa yolu ile insanların bütün gereksinmelerinin karşılanamaması nedeniyle gündeme gelen boşlukların giderilmesi , yanlışların düzeltilmesi ve sorunların çözülmesi için alternatif olarak devreye girmiştir . Piyasanın dayandığı kar ve kazanç düşüncesi ,insan hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırırken ,sosyal forum gerçekçi sosyal politikalar aracılığı ile bunların yeniden tesi s edilebilmesine yönelik bir arayışın örgütlendiği çatı ya da merkez olmak durumundadır . Ekonominin kendi kuralları ile toplumların farklı yapılarının çatıştığı ve çekiştiği bir süreç içerisinde , insan hak ve özgürlüklerinin yeniden değerlendirilmesi söz konusu olmaktadır . Küresel kapitalizmin aşırı kar ve kazanç hedefi doğrultusunda yaratmış olduğu toplumsal tahribatın onarılması misyonu kendiliğinden sosyal forumun omuzları üzerine yıkılmıştır .

Dünya Sosyal Forumu , Porto Allegre’de oluşumunu tamamladıktan sonra bazı temel ilkeleri benimseyerek geleceğe dönük çalışmalarını yürütmek üzere örgütlenmiştir . Dünya Sosyal Forumu neoliberalizme,küresel sermayenin dünya imparatorluğuna açıkça karşı çıkan bir yapılanma ile geleceğe dönük olarak insan toplumlarının daha adil bir biçimde küresel toplumun yeniden inşasını üstlenmiştir . Başka bir dünyanın her zaman için mümkün olduğu inancı ile hareket eden sosyal forum ,her aşamada alternatif bir küreselleşmenin arayışı içinde olmuştur . Forum için gündeme getirilen önerilen alternatifler ,büyük uluslar arası şirketler ve onlara hizmet eden uluslar arası kurumlar tarafından ,ulus devletlerin devreye sokulmasıyla sürdürülen haksız küreselleşmeye karşı bir duruşu ortaya koymuştur . Çeşitli alternatifler dayanışma içinde farklı bir alternatif küreselleşmenin devreye girebilmesi için düşünülmüştür . Ortaya konan dayanışmanın küreselleşmesi için uluslar arası demokratik sistem ve kurumlar üzerinden yepyeni bir yapılanma arayışı gündeme getirilmiştir . DSF bütün dünya ülkelerinden çeşitli toplumsal kuruluşları çatısı altında bir araya getirerek hepsinin birbirleriyle ilişki kurmalarını sağlamış ama bütün dünylada yaygın bir sivil toplum oluşumuna kalkışmamıştır . Forum toplantılarında hiçbir sosyal kuruluş kendi taleplerini forum kararı biçiminde yansıtma hakkına sahip kılınmamıştır .Forum toplantılarına katılan her kuruluş kendi görüşlerini taleplerini özgürce dile getirmiş ama kendi istekleriyle forumu resmen bağlayamamıştır . Forum çatısı altında bir anlamda dünya arenası oluşturulmuş ve bu kamusal alan içerisinde her topluma ve her kuruma olabildiğince eşit ve adil bir biçimde söz hakkı verilmeğe çalışılmıştır . Forum katılımcıları bu kurallara uyarak söz haklarını toplantılarda kullanabilmişlerdir .

Dünya Sosyal Forumu hiç bir baskı ,sansür ya da yönlendirme yapmadan , elindeki bütün olanakları kullanarak katılımcıların düşünce ve önerilerinin bütün forum çevresine en geniş düzeyde dağılımını sağlamaktadır . Çeşitlilik ve çoğulculuk forumun çalışma ilkeleri arasında yer almakta ve böylece Dünya Sosyal Forumu olabildiğince en geniş düzeyde bir katılımı sağlayarak daha geniş kesimlere ulaşabilme şansını elde edebilmektedir . Alternatif daha adil bir düzen kurulması doğrultusunda çalışmalarını yönlendiren forum hiçbir zaman merkezi bir otorite olarak davranmamış ,ekonomik forumun katı merkeziyetçiliğinden uzak durarak hak ve adaleti gerçekleştirmeğe öncelik vermiştir . Forum hiçbir biçimde siyasal partilerin siyasetlerine yakın durmamış ama sivil toplumu temsil eden bütün sosyal kuruluşlara olabildiğince yakın olabilmenin yollarını aramıştır . Merkezci olmadan yerel yönetimler ile ilişkilere giren sosyal forum , ekonomi alanındaki emperyal saldırganlığa karşı toplumsal yaraların sarılabilmesini araştırmıştır . İnsanlar arasında hiçbir biçimde ayırıma gitmeyen ,her türlü ayırımcılığı red eden ,her türlü şiddet ve baskıya karşı çıkan bir yaklaşım ile Dünya Sosyal Forumu tüm etnik kimlikler,halklar,cinsiyetler ,dinler ve inançlar arasında her türlü ayırıma karşı çıkarken ,üstünlük ya da hegemonya girişimlerini önlemeğe çaba göstermiştir . Bütün toplantılarda katılımcıların itiraz edebileceği türden hiçbir güç odağına öncelik verilmez ve böylece toplantılara katılan her kesim ve kuruluş arasında eşit bir çizgi çizilmeğe çalışılmaktadır . Haksızlığa karşı direnen tüm toplum kesimleri eşit koşullarda bir araya getirilirken , aralarında diyaloglar kurularak bunların daha güçlü bir biçimde hedeflerine ulaşabilmelerinin arayışları sürekli olarak gündemde tutulmaktadır .

Küresel kapitalizmin serbest piyasa hegemonyasına tepki olarak ortaya çıkmış olan Dünya Sosyal Forumu aslında , sermaye saldırılarına karşı bir meydan okuma örgütlenmesidir . Tek tek patronlar karşısında zayıf kalan insanların topluca bir araya gelerek örgütlü bir biçimde karşı koyuşlarının yeni çatısı olarak Dünya Sosyal Forumu siyaset sahnesindeki yerini almaktadır . Sermaye ye topluca meydan okuma şansını uluslar arası düzeyde ele geçiren halk kitleleri ve sosyal kuruluşlar ,Dünya Sosyal Forumunun getirmiş olduğu küresel kamusal alanı ,özelleştirmecilere karşı en üst düzeyde kullanabilme şansını elde etmişlerdir . DSF yeni bir dünya düzeni oluşum süreci olarak ,bütün toplumsal hareketlerin ve örgütlenmelerin içinde yer alabileceği , bir küresel şemsiye olarak günümüzde hem Dünya Ticaret Örgütüne hem Dünya Ekonomik Forumuna , hem de gizli dünya devletinin icra organları olan üçlü komisyon ile dış ilişkiler komitesinin girişimlerine karşı çıkma ve meydan okuma yeridir . Bir avuç patronun çıkarları için küresel bir hegemonya peşinde koşan kapitalist emperyalizmin karşısında dünya halklarının ve devletlerinin yeni karşı çıkma adresi olarak Dünya Sosyal Forumu gerçeklik kazanmaktadır . Kış tatilinde kayak yapmak için Davos’a gelen bir avuç zenginin çıkarları doğrultusundaki isteklerini , evrensel karara dönüştüren Dünya Ekonomik Forumunun artık önünde koskocaman bir Dünya Sosyal Forumu yer almaktadır . Yüzde birlik bir azınlığın çıkarları uğrunda haksız ve eşitsiz bir yeni dünya düzeni kurabilmenin mümkün olmadığı aradan geçen çeyrek asırlık bir zaman diliminde kesinlik kazanmıştır . Sıra şimdi nelerin olamayacağı belli olduktan sonra nelerin olabileceğinin belirlenmesi aşamasına gelmiştir . Dünya Ekonomik Forumunun kuramadığı yeni dünya düzenini daha adil ve daha eşitlikçi bir doğrultuda Dünya Sosyal Forumu kuracaktır .. Dünya bir avuç zengin azınlığın çıkarcı dayatmalarına mahkum değildir .Dünya Sosyal Forumunun açıkça ortaya koyduğu gibi başka bir dünya mümkündür ve bu dünya halkları ile devletlerinin dayanışması yolu ile kurulabilecektir . Ulus devletler ve halk kitlelerinin bu doğrultuda yeni bir dayanışma içerisine girmesiyle beraber , alternatif küreselleşme akımı gerçeklik kazanacak ve böylece başka bir dünyanın mümkün olduğu görülecektir .

24 Kasım 2018 Cumartesi

YOKSULLUK VE EĞİTİM (2) "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" Ankara, 17.02.2010 - Yoksulluk ve eğitim kavramları sanki birbirleriyle hiç ilişkisi yokmuş gibi bir görünüm vermektedirler. Aslında gerçek yaşam düzeni içerisinde bu iki kavramın konumuna bakılırsa, birbirleriyle fazlasıyla yakın ilişki içerisinde oldukları görülmektedir.

YOKSULLUK VE EĞİTİM (2) 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 17.02.2010
Yoksulluk ve eğitim kavramları sanki birbirleriyle hiç ilişkisi yokmuş gibi bir görünüm vermektedirler. Aslında gerçek yaşam düzeni içerisinde bu iki kavramın konumuna bakılırsa, birbirleriyle fazlasıyla yakın ilişki içerisinde oldukları görülmektedir. İnsan toplumlarının iç dinamikleri arasındaki bağlar ele alınmağa başlandığında, belirli toplum yapılarında geleneksel bağlar ve ilişkiler incelenmeğe kalkışıldığında, eğitim ve yoksulluk arasındaki görünmez yakınlıklar öne çıkmağa başlamakta ve bunun sonucu olarak da her iki kavramın nasıl birbirini etkilediği göze çarpmaktadır. Yoksulluk olgusu bir toplumun içine sürüklendiği olumsuz bir yapılanmayı nasıl gösteriyorsa, böylesine istenmeyen bir durumun ortaya çıkmasında eğitimin rolü önem taşımaktadır. Eğitim düzenindeki yetersizlikler ya da geriliklerin, bir toplumun yoksulluk çemberine sürüklenmesinde önde gelen bir etkiye sahip olduğunu kanıtlaması, bu iki kavram arasındaki bağlantının ne derece yakın olduğunu ve birbirini doğrudan etkileyecek kadar ön planda olduğunu doğrulamaktadır. Yoksulluk kötü ve istenmeyen bir durum olduğuna göre , böylesine bir geriliğin gündeme gelmesinde ya da ortaya çıkmasında eğitimin görmezden gelinemeyecek rolü olduğu da kabul edilmek durumundadır .

İnsanlık tarihi incelendiğinde, her dönemde insanoğlunun yaşamak için bütün zorluklar ve engellerle nasıl mücadele ettiği daha iyi anlaşılmaktadır. Dünya koşullarının zorluklarını yenmeyi başaran insanoğlunun, yaşamı sürdürme konusunda başarıya ulaşmasından sonra daha iyi yaşamanın yollarını aradığı ve bu doğrultuda her geçen gün daha gelişmiş bir yaşam düzeni oluşturmaya yöneldiği anlaşılmaktadır . İnsanlık tarihin her döneminde sınavlardan geçmiş ve bugünkü aşamaya gelmeyi başarabilmiştir. Günümüz dünyasında var olan uygarlık düzeni bir anlamda insanoğlunun doğaya ve yeryüzü koşullarına karşı sürdürdüğü mücadelenin başarıya ulaşmış olan bir sonucudur. İlkel toplumdan uygar topluma geçiş sürecinde yaşanan on bin yıllık tarih dilimi insanoğlunun ne gibi mücadelelerden geçerek bugünlere geldiğinin açık göstergesidir Milyonlarca yıllık bir geçmişe sahip olan yeryüzünün son on bin yıllık diliminde gelişen uygarlık olgusu ,bugün sahip olunan yaşam düzeninin arkasında yatan temeldir. Mağara kovuğunda başlayan insanoğlunun yaşamı bugünün koşullarında uzay istasyonlarında devam ederken, inkar edilemiyecek bir gelişimin yaşandığı görülmektedir . Diğer canlıların arasından akıl gücünü kullanarak kopan insanoğlu , gene beyninin gücünden yararlanarak ,bugün biyolojik canlılar dünyasının dışına çıkan bir yaşam düzenine bilim ve teknolojik alanlarda gerçekleştirilen devrimlerle ulaşabilmiştir . Bilim ve teknolojinin başdöndüren gelişme hızı ,insanoğlunu doğal yaşamının içinden alarak başka yerlere sürüklemiş ve bugün gelinen noktada artık insanlığın ötesindeki bir bir birikimin dünyayı ve insan topluluklarını yönetir bir konuma geldiği görülmektedir. Bilimin ve teknolojinin verilerini elinde toplayan bir avuç azınlık , bütün dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir yaşam düzenine zorlar bir konuma gelmiştir.

İkinci dünya savaşı sonrası yıllarda kaleme alınan bir romanda açıkca belirtildiği gibi insanlar yeryüzündeki her attıkları adımda izlenmekte,dinlenmekte ve uzaktan kumandalı yöntemlerle yönlendirilmeğe çalışılmaktadırlar . Büyük birader adı takılan teknolojik imparatorluğun azınlık yöneticileri ,sahip olunan bilimsel ve teknolojik verilerle bütün dünyayı kendi sömürgeleri düzeyine indirmeğe çaba göstermekteler,ellerindeki bilimsel ve teknolojik gücü bu doğrultuda kullanarak bütün dünyayı insanlık için yeryüzü hapishanesine çevirmektedirler.Eskiden sosyalist ülkelerde görülen açık hava hapishanesi görüntüleri bugün yeryüzünün bütün ülkelerinde göze çarpmakta ve bilimsel-teknolojik üstünlüğün sahipleri yeni bir azınlık hegemonyasını yedi milyarlık dünya nüfusuna dayatmaktadırlar. Doğudan batıya kayan uygarlık tarihinin gelinen en son aşamasında batı merkezli uygarlık düzenini ellerinde tutan azınlıklar ,bütün dünyayı kalıcı bir sömürge düzenine dönüştürebilme doğrultusunda koşullarnı zorlamakta ve kendilerinin dışında başka bir güç merkezinin öne çıkmasını önlemeğe çalışmaktadırlar . Sahip olunan bütün bilimsel ve teknolojik veriler bu doğrultuda bir avuç azınlığın çıkarları doğrultusunda kullanılmakta bu küçük grup giderek azgın bir azınlığa dönüşürken, bilimsel ve teknolojik veriler insanlığın ortak çıkarları aleyhine kullanılabilmektedir.Yeryüzünde ortaya çıkan bütün gelişmeler üstün güçlerin yönetimlerinin ya da yönlendirmelerinin sonucu olarak gündeme geldiği için günümüzde yaşanmakta olan büyük yoksulluğun arkasında böylesine bir küresel yapılanma bulunmaktadır. Her geçen gün daha da azgınlaşan mutlu azınlık yüzyılların emperyal düzenine devam etmek ve bütün dünyayı yeniden daha sıkı bir sömürge imparatorluğuna dönüştürebilmek üzere dünya halklarına saldırıya devam etmekte ve her fırsatta baskı ve güdümleme girişimlerini tırmandırmaktadır.İşte böylesine haksız ve ölçüsüz bir dünya düzeninin doğal sonucu giderek artan yoksulluk ve işsizliktir .

Dinsel baskının önplanda olduğu ortaçağ döneminden rönesans ve reform devrimleriyle çıkmayı başaran insanlık, sonraki aşamada batı merkezli bir emperyal döneme sürüklenince,bütün dünya kıtalarını Avrupa ülkeleri ele geçirmiş ve kendilerine bağlı olarak kurmuş oldukları sömürge imparatorluklarıyla dünya zenginlerini kendi ülkelerine taşımışlardır . Tam anlamıyla bir vahşet ve insanlık dışı ekonomik ve siyasal düzenler , emperyal dönemde gündeme gelmiştir . Batı Avrupa’nın altı ülkesi dünya kıtalarını bölüşerek oluşturdukları sömürge imparatorluklarıyla beşyüz yılı aşkın bir süre sülük gibi dünya halklarının kanlarını emmişler ve her yönü ile bir sömürüyü insanlığı yokedercesine dünya halklarının tepesine dikmişlerdir. Kapitalizm bir sistem olarak böylesine acımasız ve insafsız bir sömürü düzeninin adı olmuş,uluslararası sistem batının emperyal ülkelerinin dayatmaları yüzünden evrensel bir kapitalizm olgusunun batağına düşmüştür . Batı Avrupa ülkelerinin sömürge imparatorlukları üzerinden bütün dünyaya yayılan uluslararası kapitalizm daha sonraki aşamalarda gene uluslararası düzeyde bir de sosyalizmin tepki olarak öne çıkmsına neden olmuştur . Sömürgelerden getirilen zenginlikler batı Avrupa ülkelerinin merkantalizmden kapitalizme geçişlerini sağlamış, zenginliklerin birikmesiyle büyük sermaye birikimi öne çıkmış ,kapitalm sahipleri de küçük işletmeler ve atölyelerden fabrikalar düzenine geçmiştir . Her fabrika açılışı bir işveren ve bin işçiyi beraberinde getirince ,batı toplumlarında hızlı bir sınıflaşma yaşanmış ve Fransız devrimi sonrasında gündeme gelen ihtilalci sendikalizm akımının tepki örgütlemesiyle I848 ihtilalleri bütün Avrupa ülkelerinde birbirini izlemiştir . Bu ihtilaller Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkan işçi sınıfı ve çalışan halk kitlelerinin hak arayışları doğrultusunda gelişmiş ve batının kapitalist ülkelerini derinden sarsmıştır .Bu devrimci girişimlerin sonuçsuz kalması , çalışan kitlelerin daha iyi yaşama koşulları doğrultusunda istediklerini elde edememesi nedeniyle , batı kapitalist sisteminde sermaye birikimi ile beraber yoksulluk olgusu da birbirine paralel çizgide gelişmiştir .

Patronların ağa babası Alman işadamı Rotschild Das Kapital’i yazması için Karl Marks’a para verdikten sonra ,çalışan kitlelerin kontrolu altındaki Sendikalizm hareketinin önü kesilmiş ve patronların kontrolu altında kapitalist sistem içi dengelerin oluşturulmasına yönelik bir sosyalizm oluşumunun önü açılmıştır . Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Avrupa ülkelerindeki iç politik gelişmeler incelenirse ihtilalci sendikalizmden Marksst etiketli bir sosyalizme doğru geçiş başladığı görülmektedir . Bu aşamada Dönek Kautsky’ler ve yoksul kitleleri sokağa döken Rosa Lüksemburglar ile patronlardan para alarak işçi sınıfını provoke ederek yanlış yollara sürükleyen bir sürü sol görünümlü sağa hizmet eden politikacı tarih sahnesinde öne çıkarak patronlara hizmetlerini sürdürmüşlerdir. Paris Komünü olayı üzerine sermaye sınıfı sosyalist ve sol hareketleri bütünüyle kendi kontrolları altına alarak , işbirlikçi besleme politikacılar aracılığı ile yoksul kitleleri yönlendirmişler ve bu yüzden bir türlü kapitalizme alternatif olduğu söylenen sosyalizm batı demokrasilerinde serbest seçimler yolu ile iktidara gelememiştir . Karl Marks’ın yazdıklarının aksine, kapitalizm tezi anti tez olarak sosyalizmi geliştirememiş ama göstermelik bir alternatif olarak demokrasi olduğu iddia edilen batı rejimlerinde kapitalist ve liberal partilere göstermelik alternatif sosyalist partileri birer süs olarak tutmuşlardır. Sendikaların güçlenmesiyle Sendikalizm yolundan eşit hak ve özgürlüklere sahip olarak yoksulluk batağından kurtulabilecek işçiler ve çalışan halk kitleleri , sermayenin denetimi altındaki göstermelik solcu ve sosyalist partilerle zaman yitirmiş ve hiç bir zaman gerçek anlamda hak ve özgürlük mücadelesi veremedikleri için yoksulluk çıkmazından kurtulamamışlardır . Sendikalara giremeyen patronların adamları göstermelik sol partiler kurarak yoksulhalk kitlelerini umut tacirliği ile oyalamışlar ve böylece kapitalizmin gelişmesine katkıda bulunularken, çalışan halk kitlelerinin yoksulluk batağında giderek erimelerine ve insanlıktan uzaklaşmalarına aracı olmuşlardır .Paris Komünü gibi ikinci bir olayla karşılaşmak istemeyen batılı kapitalistler sosyalizmi de liberalleştirerek sosyal demokrasi adı altında yeni bir akımı örgütlemişler ve işbirlikçi ajanlar aracılığı ile işçi sınıfının yönetici kadrolarını da sömürüye ortak ederek, çalışan kitlelerinin temsilcisi bir avuç yöneticiyi zengin ederek onların Truva atı olarak kullanılmasıyla çalışan halk kitlelerinin yoksulluk içinde bocalamasının sürdürülmesini sağlamışlardır . Böylece bir avuç işbirlikçi solcu ve sendikacı aracılığı ile batı kapitalizmi çalışan halk kitlelerinin yoksulluk çemberi içerisinde sürekli hapsolmasını sağlamışlardır .

Günümüzde hala devam eden ve bir türlü yok edilemeyen yoksulluk insanlığın bir kaderi değil, aksine batı emperyalist sisteminin bütün dünyaya zorla dayatmış olduğu evrensel kapitalist sistemin bir olumsuz sonucudur. Kapitalizm adı üstünde bir sermaye düzeninin adıdır ve bu sermayenin bir avuç azınlığın elinde biriktiği ekonomik sistemi temsil etmektedir. Sömürgecilik yolu ile büyük paralar kazanan batılı kapitalist çevreler kurmuş oldukları gizli örgütler aracılığı ile sahip oldukları zenginlikleri korumak ve bunu bütün dünya ülkelerini zorla kabül ettirebilmek için akla gelen her türlü yolu denemişler, gizli toplantılarda aldıkları kararlar ile büyük komploları devreye sokmuşlar,insanlığı sürekli olarak korkutarak azınlık yönetiminin sürekliliğini sağlamışlardır. Korku ve baskı düzenlerini zaman zaman savaş senaryoları besledikçe insanlık iyice çaresiz bir duruma sürüklenmiş ve sürekli olarak sıcak çatışmalara provakasyonlarla yönlendirilen halk toplulukları bir türlü kendilerini bularak ve toparlanarak geçim dertlerini çözememişler bu yüzdende yoksulluktan kurtulamamışlardır. Kapitalizmin ajanları sermaye merkezlerinden aldıkları emir ve paralarla, gizli sermaye ve patron örgütlerinin kararları ve yönlendirmeleri doğrultusunda hareket etmişler , içine girdikleri halk kitlelerini ve ulusal toplumları çeşitli siyasal senaryolara alet ederek, sermaye sahibi azgın azınlığın daha fazla zengin olmalarına yardımcı olmuşlar ve dolaylı olarak da çalışan halk kitlelerinin yoksulluk çemberi içinde ellerini ve kollarını bağlayarak daha adil ve eşitlikçi bir düzenin oluşumunun önüne set çekmişlerdir . Demokrasi içerisinde sosyalist ya da sol partilerin tam anlamıyla iktidara gelmelerine çeşitli provakasyonlarla engel olmuşlar,bu partilerden medet uman yoksul halk kitlelerinin çaresizlik uçurumuna sürüklenmelerine neden olmuşlardır . Fransız devrimi sonrasında uygulamaya geçen batı tipi demokrasilerde hiç bir zaman yoksullar için kalıcı bir çözüm üretilememiştir çünkü hep sermaye sınıfı ve zenginlerin istedikleri olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında,New York ve İsviçre ‘de örgütlü olan Dünya devleti destekli bir Sovyet devrimi gerçekleşmiş ve buna bağlı bir sosyalist sistem batı dünyasının dışında doğu ülkelerini kapsayacak biçimde New york borsasından alınan para yardımıyla örgütlenmeğe çalışılmıştır. Amerikan borsasının pharasıyla bir Kızıl Ordu kurularak devlet zoru ile sosyalist sistem Rusya üzerinden doğu dünyasına yayılmak istenmiştir. Marks’ın öngördüğü üzere sosyalist ihtilalin gelişmiş batı ülkelerinde gerçekleşmesi böylece önlenmiş ,yoksul halk kitleleri ve dünya ulusları için yeni bir umut kaynağı olarak sosyalist sistem kızıl ordu gücü ile bütün Asya’ya yayılmıştır. Ne var ki, soğuk savaş yıllarında Yugoslavya gibi bir ara ülkede Milovan Cilas’ın deyimi ile yeni bir sınıf ortaya çıkarak, batı kapitalizmi ile işbirliği yapmağa soyşunmuştur. Yugoslavya’da başlamış olan yozlaşma hızla bütün sosyalist ülkelere yayılmış ,batının gizli örütlerine giren göstermelik solcu ve sosyalist yöneticiler yeni sınıf olgusunu bütün sosyalist ülkelere taşıyınca , devlet merkezli sosyalizmin yoksulluğun önlenmesinde bir ilaç olamıyacağı anlaşılmıştır. Sosyalist ya da komünist tek parti yönetiminin iktidarda bulunduğu sosyalist ülkelerde proleterya gücü burjuva sınıfnf yani azgın azınlık konumundaki sermaye kesimini yokedeceğine , işçi sınıfı yönetimi içinden çıkan bir işbirlikçi kesim yeni bir sınıf olgusu yaratarak prolmeteryaya ihanet etmiştir . Yeni sınıf proleteryaya ihanet ederken sosyalist sistemin çöküşünü hızlandırmış ve Sovyetler Birliği yüz yıllık bir süreyi tamamlayamadan devrimin yetmişbeşyinci yılında ortadan kalkmıştır. Rusya Federasyonu başkanı Yeltsin batı kapitalizmi ile işbirliği yaparak Sovyetler Birliğini bozunca,soğuk savaş dönemi kapanmıştır .

Yenidönemde birtek kurşun atmadan rakip bloku çökerten ABD emperyalizmi , Amerika merkezli bir yeni dünya düzeni imparatorluğuna soyunarak bunu küreselleşme adı altında bütün dünyaya kabül ettirmeğe çalışmıştır . Aradan geçen yirmi yıllık süre içerisinde dünyanın tek süper gücü olan ABD ,Dünya bankası ve İMF desteğine rağmen bir türlü yeni küresel imparatorluk düzenini kuramamış, kendisini dinlemeyen bütünülkeleri haydut ülke ilan edecek kadar haydutlaşan bir baskı politikasını dünya ülkelerine dayatmış , dünyanın merkezi alanı olan avrasya bölgesini kendi hegemonyasıaltına alabilmek doğrultusunda Irak ve Afganistan savaşlarını zorla gündeme getirmiştir. Bu doğrultuda kendisini haklı gösterebilmek için II Eylül provakasyonları ile kendi kendisini vuiracak kadar ileri derecede uçuk senaryolara kilitlenen ABD emperyalizmi ,her yönden inandırıcılığını yitirerek batı merkezli sömürge düzeninin tek bekçisi ve koruyucusu olarak bütün dünyaya yeni bir saldırganlık dönemi başlatmıştır. Batı kapitalizmi, karşı denge olarak gündeme getirilmiş olan sosyalist sistemin yıkılmasından sonra iyice azgınlaşarak dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu reçeteleriyle daha üst düzeyde bir zenginliğin oluşturulmasını dünya halklarına dayatmağa devam etmiş ve bunun sonucunda, bütün ülkelerde çok büyük çöküşler yaşanmış ve halk kitlelerinin yoksullaşması daha da artmıştır. Yoksulluğun önlenmesi için hiç bir ciddi girişim yapılmazken, sermaye birikimini artıracak ve küresel emperyalizmin daha üst düzeyde bir sömürüye dayanacak biçimde geliştirilebilmesi için her türlü DünyaBankası ve İMF reçetesi batı destekli olarak bütün ülkelerde devreye sokulmağa çalışılmıştır . Türkiye Cumhuriyeti böylesine çarpıklıkların yaşandığı ülkelerin en önde geleni olarak öne çıkmıştır .

Batı merkezli küreselleşme ile Türkiye’deki sermaye sahipleri dışa açılırken ülkenin ihtiyaçlarını ve beklentilerini görmezden gelmişlber, kendi zenginlyiklerini koruyabilmek ve daha da zengin olabilmek doğrultusunda rekabetten vazgeçerek batılı büyük tekeller ile anlaşmışlmardır . Her yerli firma bir büyük uluslararası tekelin çatısı altında kendine güvence ararken , ülkenin yatırım bekleyen bölgelerine hiç bir Türk şirketi gitmemiştir . Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Orta Anadolu ve Kuzey Kıbrıs bölgelerine hiç bir Türk firması yatırım yapmazken , Türkiye’de yoksulluk giderek en üst düzeylere tırmanmış ve yoksul halk kitleleri devlet ile belediyelerden yardım bekler hale gelmiştir . Nüfus artarken , devlet dış baskılarla ekonomiden uzaklaş

Tırılmış , ülke açık bir pazara dönüştürülürken, Türk insanının giderek köleleşmesine gidebilecek gelişmelere İMF ve DünyaBankası programları ile devam edilmiştir . Orta tabakalar hızla çökerken, toplumu oluşturan halk yığınlarının giderek bölgesel ya da yerel cemaatlara doğru yöneldiği ortaya çıkmıştır . Küresel sömürü düzeni sermaye birikimini yabancı sermayenin çıkarları doğrultusunda en üst düzeylere çıkartırken,yerli sermaye ortadan kalkmış ve bununla beraber milliburjuvazi de tarih sahnesinden silinmeğe başlamıştır . Ülke ekonomisi daha fazla dışarıya muhtaç hale gelirken, yerli şirketler yabancılaşarak korunmağa çalışmışlar ama çöken orta tabakalar nedeniyle halk kitleleri ortada kalmıştır . Yoksulluğun giderek en üst düzeyde tırmanması din olgusunu yeniden ön plana çıkarmış ve zengin sınıfların çıkarına çalışan kapitalist ekonomide yoksul halk kitlelerinin beklentileri dini örgütlenmelerle karşılanmağa çalışılmış ve bu aşamada yerel yönetimlerin devreye girmesiyle insanların yiyecek ve barınma gereksinmeleri karşılanmağa çalışılmıştır. Yeni dönemde yoksulların ve işysizlerin tüm umudu yerel yönetimlere kaymış ve bu durumda giderek küçük eyalet ve kent devletleri oluşumunun önünü açmıştır. Ulusal toplum ve ulus devlet yapılanması, böylesine bir aşamada tartışılır ve yargılanır bir noktaya gelmiştir.

Bütün dünyayı üçüncü bir cihan savaşına zorlayan uluslararası kapitalist sistemin , savaş yanlısı lobiler yüzünden son bir yılda büyük bir ekonomik krize sürüklenmesi üzerine kapitalist sistemin yanlışlığı bütün dünya ülkelerinde tartışılır bir duruma gelmiştir. Sosyalist sistemin başarısız bir uygulama döneminden çöküşe geçmesinden yirmi yıl sonra benzeri bir biçimde kapitalist sistemde çöküşe geçmiştir. Irak savaşı yüzünden üç trilyon dolar borca batan ABD, kendi ekonomisini kurtaramazken onun desteğine dayalı olan uluslararası kapitalist sistemin hliç bir ülkeyi kurtaramıyacağı açıkca görülmektedir . Böylesine bir durumda, dünya halklarının yoksulluk batağından kurtulabilmeleri mümkün görünmemektedir. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu hiç bir ülkede yoksulları kurtarma ya da yoksulluğu önleme doğrultusunda herhangi bir program uygulamamaktadır.Zaman zaman Birleşmiş Milletler çatısı altında dile getirilen yoksulların kurtarılması ile ilgili tartışmalar doğrultusunda gene bu kurum üzerinden bazı girişimler yapılmasına rağmen şimdiye kadar ciddi bir girişim görülmemiştir. Birleşmiş milletler kararlarını dinlemeyen ve Dünya Ticaret Örgütü aracılığı ile küresel emperyalist düzeni kurmak isteyen ABD ve batılı müttefikleri , dünya ekonomisinin çökmesinin ve dünya halklarının yoksulluk batağında ezilmelerinin başlıca sorumluları olarak görülmektedirler. Böylesine ters bir durumun ortadan kaldırılabilmesi için dünya halklarını yoksulluk uçurumuna sürükleyen Dünya bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Uluslararası Para Fonu kuruluşlarının bir an önce kapatılmaları gerekmektedir. Tek kutuplu dünya düzeni kuramayan ABD kurtuluşu G-20 ülkeleri platformunda ararken , BRİC ülkeleri adı verilen Rusya,Brezilya,Hindistan ve Çin’in öncülüğünde bütün Birleşmiş Milletler üyesi devletlerin biraraya gelerek Dünya Ekonomi Kurumunu bir an önce oluşturmaları gerekmektedir. Ancak bu aşamadan sonra sermaye sınıfı ve patronları temsil eden azgın azınlığın kontrolu altındaki tekelci küresel şirketlerin sömürü politikalarına dayalı bir evrensel ekonomik düzen önlenebilecek, bonçlandırma batağı ortadan kaldırılabilecek ve bütün ülkelerde gelir dağılımı daha eşitlikçi koşullarda yapılabilecektir.Böylesine bir açılım sağlanabilirse ancak bu aşamadan sonra yoksulluğun önlenebilmesine yönelik uluslararası plan ve programlar uygulama aşamasına gelebilecektir,aksi takdirde yerleşik çıkar düzeninin direnişleri kırılamıyacaktır. Yoksulluğun önlenmesi ile ilgili yeni yapısal denge programları ancak böylesine bir düzen değişikliği sonrasında uygulama alanına getirilebilecektir.

Asya,Afrika ve Latin Amerika uluslarının yoksul olarak kalmaları ,yüzyıllar süren emperyal sömürü düzenleri nedeniyledir. Bugünkü gelinen noktada daha da üst düzeyde sürdürülmek istenen böylesine insanlık dışı bir sürece bütün yoksul uluslar biraraya gelerek karşı çıkmalıdırlar.Bu doğrultuda başlatılmış olan alternatif küreselleşme akımlarının BRİC devletlerinin desteği ile evrensel bir yapılanmaya dönüştürülmeleri gerekmektedir. Birleşmiş Milletlerin yeniden düzenlenerek dünya uluslarının etkili bir katılımı acilen sağlanmalıdır. Büyük batılı emperyal devletlerin etkisinin kırılmasıyla, ekonomide eşitlikçi uygulamaların önü açılabilecek,sömürünün önlenmesiyle de yoksulluğu ortadan kaldırıcı politikalar devreye girebilecektir . Böylesine bir olumlu sonucun alınabilmesi için Birleşmiş Milletlere üye olan bütün dvletlerin emperyal devletlerin baskılarının dışına çıkarak , bu uluslararası örgütte eşitlikçi bir katılımı sağlamaları gerekmektedir . Böylesine bir ortak çatının altından insanlığı kurtaracak ve yoksulluğu önleyebilecek çözümler üretilebilecektir . Her devlet kendi sorunlarının bilinci ile ve ülkesinin ulusal çıkarlarının doğrultusunda Birleşmiş milletlerde etkili olursa, kısa dönemde yoksulluğu ortadan kaldırabilecek eşitlikçi uygulama kararları elbirliği ile alınabilecektir . Böylesine bir olumlu sonucun alınabilmesi için yoksullukla savaş doğrultusunda yetiştirilmiş ve ciddi bir ekonomik eğitimden geçmiş kadroların devletleri yönetme aşamasına gelmeleri gerekmektedir. Ekonomiyi iyi bilen vatansever yöneticilerin devletlerini yönetmeleri ve uluslararası alanda temsil etmeleriyle beraber ,bütün dünyada yeni bir insancıl ekonomi dönemi başlatılabilecektir. İnsan haklarının sıfır noktasına gelmesine neden olan yoksulluğun kaldırılabilmesi için böylesine eğitilmiş kadroların seferber edilmeleri ve bu yöneticelerin sermaye kesimlerinin etkisinin dışına çıkarılabilmeleri gerekmektedir.Batı tipi demokrasilerde siyasetin finansmanını sermaye çevreleri yaptığı sürece, bütün ülkelerin başına sermayenin adamları gelmekte ve bu tür yöneticiler işbaşında kaldığı sürece de bir türlü halk kitlelerinin yararına olabilecek bir halkçı ekonomi uygulamasına gidilememektedir. Bu nedenle, ekonomi konusunda iyi eğitilmiş politikacıların ve yöneticilerin işbaşına gelmelerinin sağlanması birinci derecede öncelikli bir konudur. Küresel emperyalizmin komiseri konumundaki bazı Dünya bankası ya da İMF görevlilerinin,ülke ekonomilerinin başına dışarıdan getirilerek oturtulması gibi sömürge politikalarının önüne geçilebilmesi için, her ülke kendi ekonomisinin ulusal çıkarlar doğrultusunda yönetebilecek kadroları yetiştirerek devletin ve kamu kurumlarının başına geçirebilmesi zorunluluğu vardır. Günümüzde yaşnmakta olan bir çok olay ve gelişme böylesine bir zorunluluğu açıkca göstermektedir .

İnsanlık için hiç bir zaman kader olmayan yoksulluğun önlenebilmesi çok zor bir konu değildir . Öncelikle, yoksulluk ile mücadele edecek sivil kadroların iyi eğitim görmeleri gerekmektedir . Türkiye batı blokunun dışında bırakılan ülkelerde , batının emperyal girişimlerine karşı ülke ekonomisini devletin ve ulusun çıkarları doğrultusunda koruyarak hareket edecek yönetici kadroların öncelikli olarak iyi yetiştirileceği bazı ekonomi kurumları,fakülteleri ve merkezlerinin kurulması gerekmektedir . Araştırma merkezlerinde yapılacak ulusal ölçekli çalışmalarda ülke toplumunun gereksinmeleri öncelikle olarak belirlenecek, ülke kaynakları devletin ve toplumun gereksinmeleri doğrultusunda daha eşitlikçi olarak belirlenerek gelir dağılımında tam bir eşitliği gündeme getirecek ekonomik politikalar uygulamaya aktarılacaktır . Bu çerçevede her ülkenin kendi ekonomisini yönetecek kadroları kendi okullarında yetiştirmesi kesinlikle batılı merkezlerde batının çıkarlarına öncelik verecek doğrultuda yetişen iktisatçılara kendi ekonomisini teslim etmemesi gerekmektedir. Türkiye gibi ülkeler bu yüzden geri bıraktırılmışlar ve halk kitleleri yoksul toplumlar halinde kalmağa mahkûm edilmişlerdir. Geçmişten gelen bu gibi hatalı durumlardan çıkarılacak dersler doğrultusunda yoksulluğu önleyecek kadroların ulusal eğitim sistemleri içinden yetiştirilmeleri, daha adaletli bir dünyanın kurulabilmesi için zorunlu görünmektedir. İktisat fakültelerinden yetiştirilecek başarılı ve yetenekli genç iktisatçılar, yeni kurulacak bir Milli Ekonomi Akademisinde üst düzey eğitime alınarak hem ulusal hm de uluslararası alanda yetiştirilerek ülke ekonomisi onlara emanet edilmelidir. Bu noktada, ekonomi eğitiminin yeniden ele alınarak düzenlenmesi zorunlu görünmektedir. Özellikle artan nüfus dikkate alınarak, toplumun tüm gereksinmelerini karşılayabilecek derecede etkili bir ekonomik yeniden yapılanma doğrultusunda yeni eğitim düzeni bir başlangıç noktası olmalıdır. Batı ülkelerinden aktarma ya da taklit ekonomi eğitimi ile ancak uydu ve sömürge ekonomisi olabileceği ortaya çıktığı için bu alanda köklü bir değişikliğe gerek bulunmaktadır. Her türlü yeniliğin başlangıcının eğitimden geçtiği unutulmamalı ve yoksulluğu önleyecek ulusal ekonomi politikalarını uygulayacak yeni milli kadroları öne çıkaracak bir yeni eğitim adımı atılmalıdır. Makro düzeyde ekonomiyi yönetecek üst düzey kadrolar eğitim yolu ile yetiştirilirken, ülkede yoksulluğu devletin dışında önleyecek bazı toplumsal mekanizmaları da beraber düşünmelidir.

Hindistan, Pakistan ve Bengaldeş gibi çok nüfuslu ülkelerde küçük iş sahiplerini yetiştiren eğitim uygulamlarının da dikkate alınmasında sosyal yararlar olabilecektir. Yoksulluğun kader olmaktan çıkarılması için herşeyin devletten beklenmemesi, herkesin kndi sınırlı olanakları ile girişimde bulunmasının da yoksul insanlara öğretilmesi gerekmektedir. Daha önce Türkiye’de de uygulandığı gibi bazı iş vakıflarının kurulmasıyla, vakıflar üzerinden iş ve girişim yöntemlerinin fakirlere ve işsizlere öğretilmesi kısa dönemde sonuç alabilmek açısından yararlı olabilmektedir. Düzenli olarak okula gidemeyen halk kitlelerine yönelik olarak halk eğitimi ya da yetişkinler eğitimi programlarıyla köy ve kırsal kesim insanlarının kendi işlerinin sahibi olabilmeleri öğretilmelidir. Küçük kredilerle tek kişilik iş sahibi olabilmenin yolları ve yöntemleri gene özel eğitim konuları olarak, halk eğitimi kuruluşları aracılığı ile kitlelere aktarılabilmelidir. Türkiye’de Cumhuriyet rejiminin kuruluşunda ve ilkyıllarında gündeme gelmiş olan, Millet Mektepleri, Halkevleri ve Köy Enstitüleri bu doğrultuda devreye girmiş ve Atatürk Türkiye’sinde başarıyla uygulanabilmiş halk eğitimi kurumsal örnekleridir. Batıya bağımlı bir ekonomik yapılanma içerisinde orta tabakalar çökerken, halk kitleleri işsizliğe ve yoksulluğa mahkum eelirken, benzeri bir halkçı ekonomik atılıma kalkışabilmek için , yeniden halk eğitimi yapılanmasının yeni oluşturulacak yaygın eğitim kurumları aracılığı ile ülkenin her köşesinde geliştirilmesi gerekmektedir. Mikro düzeyde her insanın kendi işine sahip olabilmesi, batı emperyalizminin baskılarıyla çökertilen tarımın yeniden canlandırılabilmesi, kırsal alandan kentlere göçün önlenebilmesi gibi olumlu sonuçların elde edilebilmesi için, ekonomik alandaki eğitimin ulusal tabana yayılması gerekmektedir. Yoksulluğun pençesinin kırılabilmesi için her yoksul insana kurtuluş yollarının anlatılması ya da öğretilmesi zorunludur. Gençlere örgün eğitim kurumlarında bu gibi alanlarda çıkış yolunu sağlayacak yöntemler okutulurken, eğitim yaşını geride bırakmış yetişkinlere de kendiişlerinin sahibi olabilmeleri ya da ekonomik çalışmalarla para kazanabilmelerinin yolları öğretilebilmelidir. Her devlet kendi ekonomisini canlandırma programlarıyla ya da ekonomik seferberlik atılımlarıyla yoksul bıraklılan işgücü potansiyellerini devreye sokabilmelidir.

Devletlerin kendi olanaklarıyla geliştirdikleri yoksulluğun eğitim yolu ile önlenebilmesi programlarının yanısıra, Birleşmiş Milletler Eğitim ve Kültür kurumu olan ,UNESCO aracılığı ile geliştirilecek uluslararası programlara da ihtiyaç vardır . Geri kalmış bütün dünya ülkelerinin gelişmişlik düzeyine gelebilmesi için kurulmuş olan bu uluslararası örgütün, son yıllarda giderek tırmanmış olan yoksulluğun önlenebilmesi doğrultusunda yeni eğitim programları geliştirmesi ve bunları Türkiye gibi batının dışında kalan ve zaman içerisinde küresel batı emperyalizminin baskılarıyla sömürge ekonomisine zorlanan ülkelerde hızla artış gösteren yoksulluğa karşı hızla devreye sokması gerekmektedir . Yoksulluğun önlenmesi ya da ortadan kaldırılması için geliştirilecek uluslararası eğitim ve kültür programlarının, düzenli olarak geri bıraktırılmış ülkelerde uygulanabilmeleri için UNESCO öncülüğünde yeni bir küresel atılım gündeme getirilmelidir. Bu doğrultuda alternatif küreselleşme hareketlerinin ve BRİC ülkelerinin üzerlerine düşecek öncülük misyonlarının daha fazla zaman yitirmeden yerine getirilmesi gerekmektedir. ABD ve batılı müttefiklerinin ya da uluslararası tekelci küresel şirketlerin önleyici girişimleri dikkate alınarak BRİC ülkelerinin daha fazla Birleşmiş Milletler ve UNESCO ile işbirliğini artırmasına gidilmelidir. Yüzyıllar süren batı merkezli emperyalizmin küreselleşme yolundan yeni bir süper emperyalizme yönelmesi nedeniyle, yoksulluğun en üst düzeylere tırmandığı unutulmamalıdır. Bu nedenle, Avrupa ve Amerika’nın emperyal işbirliğine karşı Brezilya, Rusya, Çin ve Hindistan gelişmekte olan diğer ülkelerle işbirliği yaparak Birleşmiş Milletler üzerinden küresel düzeyde yoksulluğu önleyecek evrensel ekonomik politikaların devreye girmesi doğrultusunda yeni atılımları başlatmalıdırlar. Ayrıca, bu doğrultuda uluslararası eğitim programlarıyla yoksulluğun evrensel düzeyde önlenebilmesini sağlayacak girişimleri de dünya gündemine getirmeleri gerekmektedir. Yoksulluğun önlenmesinde eğitim hem ulusal hem de uluslararası alanda öne geçmeli ve bu doğrultuda bütün ülkeler işbirliği yaparak, küresel emperyalizmin yarattığı bu haksızlığın bir an önce ortadan kaldırılmasını sağlayabilmelidirler. Eğitimin girdiği yerden yoksulluk çıkmalıdır. Her eğitim yoksulluğu ortadan kaldırabilmelidir.