24 Kasım 2018 Cumartesi

YOKSULLUK VE EĞİTİM (2) "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" Ankara, 17.02.2010 - Yoksulluk ve eğitim kavramları sanki birbirleriyle hiç ilişkisi yokmuş gibi bir görünüm vermektedirler. Aslında gerçek yaşam düzeni içerisinde bu iki kavramın konumuna bakılırsa, birbirleriyle fazlasıyla yakın ilişki içerisinde oldukları görülmektedir.

YOKSULLUK VE EĞİTİM (2) 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 17.02.2010
Yoksulluk ve eğitim kavramları sanki birbirleriyle hiç ilişkisi yokmuş gibi bir görünüm vermektedirler. Aslında gerçek yaşam düzeni içerisinde bu iki kavramın konumuna bakılırsa, birbirleriyle fazlasıyla yakın ilişki içerisinde oldukları görülmektedir. İnsan toplumlarının iç dinamikleri arasındaki bağlar ele alınmağa başlandığında, belirli toplum yapılarında geleneksel bağlar ve ilişkiler incelenmeğe kalkışıldığında, eğitim ve yoksulluk arasındaki görünmez yakınlıklar öne çıkmağa başlamakta ve bunun sonucu olarak da her iki kavramın nasıl birbirini etkilediği göze çarpmaktadır. Yoksulluk olgusu bir toplumun içine sürüklendiği olumsuz bir yapılanmayı nasıl gösteriyorsa, böylesine istenmeyen bir durumun ortaya çıkmasında eğitimin rolü önem taşımaktadır. Eğitim düzenindeki yetersizlikler ya da geriliklerin, bir toplumun yoksulluk çemberine sürüklenmesinde önde gelen bir etkiye sahip olduğunu kanıtlaması, bu iki kavram arasındaki bağlantının ne derece yakın olduğunu ve birbirini doğrudan etkileyecek kadar ön planda olduğunu doğrulamaktadır. Yoksulluk kötü ve istenmeyen bir durum olduğuna göre , böylesine bir geriliğin gündeme gelmesinde ya da ortaya çıkmasında eğitimin görmezden gelinemeyecek rolü olduğu da kabul edilmek durumundadır .

İnsanlık tarihi incelendiğinde, her dönemde insanoğlunun yaşamak için bütün zorluklar ve engellerle nasıl mücadele ettiği daha iyi anlaşılmaktadır. Dünya koşullarının zorluklarını yenmeyi başaran insanoğlunun, yaşamı sürdürme konusunda başarıya ulaşmasından sonra daha iyi yaşamanın yollarını aradığı ve bu doğrultuda her geçen gün daha gelişmiş bir yaşam düzeni oluşturmaya yöneldiği anlaşılmaktadır . İnsanlık tarihin her döneminde sınavlardan geçmiş ve bugünkü aşamaya gelmeyi başarabilmiştir. Günümüz dünyasında var olan uygarlık düzeni bir anlamda insanoğlunun doğaya ve yeryüzü koşullarına karşı sürdürdüğü mücadelenin başarıya ulaşmış olan bir sonucudur. İlkel toplumdan uygar topluma geçiş sürecinde yaşanan on bin yıllık tarih dilimi insanoğlunun ne gibi mücadelelerden geçerek bugünlere geldiğinin açık göstergesidir Milyonlarca yıllık bir geçmişe sahip olan yeryüzünün son on bin yıllık diliminde gelişen uygarlık olgusu ,bugün sahip olunan yaşam düzeninin arkasında yatan temeldir. Mağara kovuğunda başlayan insanoğlunun yaşamı bugünün koşullarında uzay istasyonlarında devam ederken, inkar edilemiyecek bir gelişimin yaşandığı görülmektedir . Diğer canlıların arasından akıl gücünü kullanarak kopan insanoğlu , gene beyninin gücünden yararlanarak ,bugün biyolojik canlılar dünyasının dışına çıkan bir yaşam düzenine bilim ve teknolojik alanlarda gerçekleştirilen devrimlerle ulaşabilmiştir . Bilim ve teknolojinin başdöndüren gelişme hızı ,insanoğlunu doğal yaşamının içinden alarak başka yerlere sürüklemiş ve bugün gelinen noktada artık insanlığın ötesindeki bir bir birikimin dünyayı ve insan topluluklarını yönetir bir konuma geldiği görülmektedir. Bilimin ve teknolojinin verilerini elinde toplayan bir avuç azınlık , bütün dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir yaşam düzenine zorlar bir konuma gelmiştir.

İkinci dünya savaşı sonrası yıllarda kaleme alınan bir romanda açıkca belirtildiği gibi insanlar yeryüzündeki her attıkları adımda izlenmekte,dinlenmekte ve uzaktan kumandalı yöntemlerle yönlendirilmeğe çalışılmaktadırlar . Büyük birader adı takılan teknolojik imparatorluğun azınlık yöneticileri ,sahip olunan bilimsel ve teknolojik verilerle bütün dünyayı kendi sömürgeleri düzeyine indirmeğe çaba göstermekteler,ellerindeki bilimsel ve teknolojik gücü bu doğrultuda kullanarak bütün dünyayı insanlık için yeryüzü hapishanesine çevirmektedirler.Eskiden sosyalist ülkelerde görülen açık hava hapishanesi görüntüleri bugün yeryüzünün bütün ülkelerinde göze çarpmakta ve bilimsel-teknolojik üstünlüğün sahipleri yeni bir azınlık hegemonyasını yedi milyarlık dünya nüfusuna dayatmaktadırlar. Doğudan batıya kayan uygarlık tarihinin gelinen en son aşamasında batı merkezli uygarlık düzenini ellerinde tutan azınlıklar ,bütün dünyayı kalıcı bir sömürge düzenine dönüştürebilme doğrultusunda koşullarnı zorlamakta ve kendilerinin dışında başka bir güç merkezinin öne çıkmasını önlemeğe çalışmaktadırlar . Sahip olunan bütün bilimsel ve teknolojik veriler bu doğrultuda bir avuç azınlığın çıkarları doğrultusunda kullanılmakta bu küçük grup giderek azgın bir azınlığa dönüşürken, bilimsel ve teknolojik veriler insanlığın ortak çıkarları aleyhine kullanılabilmektedir.Yeryüzünde ortaya çıkan bütün gelişmeler üstün güçlerin yönetimlerinin ya da yönlendirmelerinin sonucu olarak gündeme geldiği için günümüzde yaşanmakta olan büyük yoksulluğun arkasında böylesine bir küresel yapılanma bulunmaktadır. Her geçen gün daha da azgınlaşan mutlu azınlık yüzyılların emperyal düzenine devam etmek ve bütün dünyayı yeniden daha sıkı bir sömürge imparatorluğuna dönüştürebilmek üzere dünya halklarına saldırıya devam etmekte ve her fırsatta baskı ve güdümleme girişimlerini tırmandırmaktadır.İşte böylesine haksız ve ölçüsüz bir dünya düzeninin doğal sonucu giderek artan yoksulluk ve işsizliktir .

Dinsel baskının önplanda olduğu ortaçağ döneminden rönesans ve reform devrimleriyle çıkmayı başaran insanlık, sonraki aşamada batı merkezli bir emperyal döneme sürüklenince,bütün dünya kıtalarını Avrupa ülkeleri ele geçirmiş ve kendilerine bağlı olarak kurmuş oldukları sömürge imparatorluklarıyla dünya zenginlerini kendi ülkelerine taşımışlardır . Tam anlamıyla bir vahşet ve insanlık dışı ekonomik ve siyasal düzenler , emperyal dönemde gündeme gelmiştir . Batı Avrupa’nın altı ülkesi dünya kıtalarını bölüşerek oluşturdukları sömürge imparatorluklarıyla beşyüz yılı aşkın bir süre sülük gibi dünya halklarının kanlarını emmişler ve her yönü ile bir sömürüyü insanlığı yokedercesine dünya halklarının tepesine dikmişlerdir. Kapitalizm bir sistem olarak böylesine acımasız ve insafsız bir sömürü düzeninin adı olmuş,uluslararası sistem batının emperyal ülkelerinin dayatmaları yüzünden evrensel bir kapitalizm olgusunun batağına düşmüştür . Batı Avrupa ülkelerinin sömürge imparatorlukları üzerinden bütün dünyaya yayılan uluslararası kapitalizm daha sonraki aşamalarda gene uluslararası düzeyde bir de sosyalizmin tepki olarak öne çıkmsına neden olmuştur . Sömürgelerden getirilen zenginlikler batı Avrupa ülkelerinin merkantalizmden kapitalizme geçişlerini sağlamış, zenginliklerin birikmesiyle büyük sermaye birikimi öne çıkmış ,kapitalm sahipleri de küçük işletmeler ve atölyelerden fabrikalar düzenine geçmiştir . Her fabrika açılışı bir işveren ve bin işçiyi beraberinde getirince ,batı toplumlarında hızlı bir sınıflaşma yaşanmış ve Fransız devrimi sonrasında gündeme gelen ihtilalci sendikalizm akımının tepki örgütlemesiyle I848 ihtilalleri bütün Avrupa ülkelerinde birbirini izlemiştir . Bu ihtilaller Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkan işçi sınıfı ve çalışan halk kitlelerinin hak arayışları doğrultusunda gelişmiş ve batının kapitalist ülkelerini derinden sarsmıştır .Bu devrimci girişimlerin sonuçsuz kalması , çalışan kitlelerin daha iyi yaşama koşulları doğrultusunda istediklerini elde edememesi nedeniyle , batı kapitalist sisteminde sermaye birikimi ile beraber yoksulluk olgusu da birbirine paralel çizgide gelişmiştir .

Patronların ağa babası Alman işadamı Rotschild Das Kapital’i yazması için Karl Marks’a para verdikten sonra ,çalışan kitlelerin kontrolu altındaki Sendikalizm hareketinin önü kesilmiş ve patronların kontrolu altında kapitalist sistem içi dengelerin oluşturulmasına yönelik bir sosyalizm oluşumunun önü açılmıştır . Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Avrupa ülkelerindeki iç politik gelişmeler incelenirse ihtilalci sendikalizmden Marksst etiketli bir sosyalizme doğru geçiş başladığı görülmektedir . Bu aşamada Dönek Kautsky’ler ve yoksul kitleleri sokağa döken Rosa Lüksemburglar ile patronlardan para alarak işçi sınıfını provoke ederek yanlış yollara sürükleyen bir sürü sol görünümlü sağa hizmet eden politikacı tarih sahnesinde öne çıkarak patronlara hizmetlerini sürdürmüşlerdir. Paris Komünü olayı üzerine sermaye sınıfı sosyalist ve sol hareketleri bütünüyle kendi kontrolları altına alarak , işbirlikçi besleme politikacılar aracılığı ile yoksul kitleleri yönlendirmişler ve bu yüzden bir türlü kapitalizme alternatif olduğu söylenen sosyalizm batı demokrasilerinde serbest seçimler yolu ile iktidara gelememiştir . Karl Marks’ın yazdıklarının aksine, kapitalizm tezi anti tez olarak sosyalizmi geliştirememiş ama göstermelik bir alternatif olarak demokrasi olduğu iddia edilen batı rejimlerinde kapitalist ve liberal partilere göstermelik alternatif sosyalist partileri birer süs olarak tutmuşlardır. Sendikaların güçlenmesiyle Sendikalizm yolundan eşit hak ve özgürlüklere sahip olarak yoksulluk batağından kurtulabilecek işçiler ve çalışan halk kitleleri , sermayenin denetimi altındaki göstermelik solcu ve sosyalist partilerle zaman yitirmiş ve hiç bir zaman gerçek anlamda hak ve özgürlük mücadelesi veremedikleri için yoksulluk çıkmazından kurtulamamışlardır . Sendikalara giremeyen patronların adamları göstermelik sol partiler kurarak yoksulhalk kitlelerini umut tacirliği ile oyalamışlar ve böylece kapitalizmin gelişmesine katkıda bulunularken, çalışan halk kitlelerinin yoksulluk batağında giderek erimelerine ve insanlıktan uzaklaşmalarına aracı olmuşlardır .Paris Komünü gibi ikinci bir olayla karşılaşmak istemeyen batılı kapitalistler sosyalizmi de liberalleştirerek sosyal demokrasi adı altında yeni bir akımı örgütlemişler ve işbirlikçi ajanlar aracılığı ile işçi sınıfının yönetici kadrolarını da sömürüye ortak ederek, çalışan kitlelerinin temsilcisi bir avuç yöneticiyi zengin ederek onların Truva atı olarak kullanılmasıyla çalışan halk kitlelerinin yoksulluk içinde bocalamasının sürdürülmesini sağlamışlardır . Böylece bir avuç işbirlikçi solcu ve sendikacı aracılığı ile batı kapitalizmi çalışan halk kitlelerinin yoksulluk çemberi içerisinde sürekli hapsolmasını sağlamışlardır .

Günümüzde hala devam eden ve bir türlü yok edilemeyen yoksulluk insanlığın bir kaderi değil, aksine batı emperyalist sisteminin bütün dünyaya zorla dayatmış olduğu evrensel kapitalist sistemin bir olumsuz sonucudur. Kapitalizm adı üstünde bir sermaye düzeninin adıdır ve bu sermayenin bir avuç azınlığın elinde biriktiği ekonomik sistemi temsil etmektedir. Sömürgecilik yolu ile büyük paralar kazanan batılı kapitalist çevreler kurmuş oldukları gizli örgütler aracılığı ile sahip oldukları zenginlikleri korumak ve bunu bütün dünya ülkelerini zorla kabül ettirebilmek için akla gelen her türlü yolu denemişler, gizli toplantılarda aldıkları kararlar ile büyük komploları devreye sokmuşlar,insanlığı sürekli olarak korkutarak azınlık yönetiminin sürekliliğini sağlamışlardır. Korku ve baskı düzenlerini zaman zaman savaş senaryoları besledikçe insanlık iyice çaresiz bir duruma sürüklenmiş ve sürekli olarak sıcak çatışmalara provakasyonlarla yönlendirilen halk toplulukları bir türlü kendilerini bularak ve toparlanarak geçim dertlerini çözememişler bu yüzdende yoksulluktan kurtulamamışlardır. Kapitalizmin ajanları sermaye merkezlerinden aldıkları emir ve paralarla, gizli sermaye ve patron örgütlerinin kararları ve yönlendirmeleri doğrultusunda hareket etmişler , içine girdikleri halk kitlelerini ve ulusal toplumları çeşitli siyasal senaryolara alet ederek, sermaye sahibi azgın azınlığın daha fazla zengin olmalarına yardımcı olmuşlar ve dolaylı olarak da çalışan halk kitlelerinin yoksulluk çemberi içinde ellerini ve kollarını bağlayarak daha adil ve eşitlikçi bir düzenin oluşumunun önüne set çekmişlerdir . Demokrasi içerisinde sosyalist ya da sol partilerin tam anlamıyla iktidara gelmelerine çeşitli provakasyonlarla engel olmuşlar,bu partilerden medet uman yoksul halk kitlelerinin çaresizlik uçurumuna sürüklenmelerine neden olmuşlardır . Fransız devrimi sonrasında uygulamaya geçen batı tipi demokrasilerde hiç bir zaman yoksullar için kalıcı bir çözüm üretilememiştir çünkü hep sermaye sınıfı ve zenginlerin istedikleri olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında,New York ve İsviçre ‘de örgütlü olan Dünya devleti destekli bir Sovyet devrimi gerçekleşmiş ve buna bağlı bir sosyalist sistem batı dünyasının dışında doğu ülkelerini kapsayacak biçimde New york borsasından alınan para yardımıyla örgütlenmeğe çalışılmıştır. Amerikan borsasının pharasıyla bir Kızıl Ordu kurularak devlet zoru ile sosyalist sistem Rusya üzerinden doğu dünyasına yayılmak istenmiştir. Marks’ın öngördüğü üzere sosyalist ihtilalin gelişmiş batı ülkelerinde gerçekleşmesi böylece önlenmiş ,yoksul halk kitleleri ve dünya ulusları için yeni bir umut kaynağı olarak sosyalist sistem kızıl ordu gücü ile bütün Asya’ya yayılmıştır. Ne var ki, soğuk savaş yıllarında Yugoslavya gibi bir ara ülkede Milovan Cilas’ın deyimi ile yeni bir sınıf ortaya çıkarak, batı kapitalizmi ile işbirliği yapmağa soyşunmuştur. Yugoslavya’da başlamış olan yozlaşma hızla bütün sosyalist ülkelere yayılmış ,batının gizli örütlerine giren göstermelik solcu ve sosyalist yöneticiler yeni sınıf olgusunu bütün sosyalist ülkelere taşıyınca , devlet merkezli sosyalizmin yoksulluğun önlenmesinde bir ilaç olamıyacağı anlaşılmıştır. Sosyalist ya da komünist tek parti yönetiminin iktidarda bulunduğu sosyalist ülkelerde proleterya gücü burjuva sınıfnf yani azgın azınlık konumundaki sermaye kesimini yokedeceğine , işçi sınıfı yönetimi içinden çıkan bir işbirlikçi kesim yeni bir sınıf olgusu yaratarak prolmeteryaya ihanet etmiştir . Yeni sınıf proleteryaya ihanet ederken sosyalist sistemin çöküşünü hızlandırmış ve Sovyetler Birliği yüz yıllık bir süreyi tamamlayamadan devrimin yetmişbeşyinci yılında ortadan kalkmıştır. Rusya Federasyonu başkanı Yeltsin batı kapitalizmi ile işbirliği yaparak Sovyetler Birliğini bozunca,soğuk savaş dönemi kapanmıştır .

Yenidönemde birtek kurşun atmadan rakip bloku çökerten ABD emperyalizmi , Amerika merkezli bir yeni dünya düzeni imparatorluğuna soyunarak bunu küreselleşme adı altında bütün dünyaya kabül ettirmeğe çalışmıştır . Aradan geçen yirmi yıllık süre içerisinde dünyanın tek süper gücü olan ABD ,Dünya bankası ve İMF desteğine rağmen bir türlü yeni küresel imparatorluk düzenini kuramamış, kendisini dinlemeyen bütünülkeleri haydut ülke ilan edecek kadar haydutlaşan bir baskı politikasını dünya ülkelerine dayatmış , dünyanın merkezi alanı olan avrasya bölgesini kendi hegemonyasıaltına alabilmek doğrultusunda Irak ve Afganistan savaşlarını zorla gündeme getirmiştir. Bu doğrultuda kendisini haklı gösterebilmek için II Eylül provakasyonları ile kendi kendisini vuiracak kadar ileri derecede uçuk senaryolara kilitlenen ABD emperyalizmi ,her yönden inandırıcılığını yitirerek batı merkezli sömürge düzeninin tek bekçisi ve koruyucusu olarak bütün dünyaya yeni bir saldırganlık dönemi başlatmıştır. Batı kapitalizmi, karşı denge olarak gündeme getirilmiş olan sosyalist sistemin yıkılmasından sonra iyice azgınlaşarak dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu reçeteleriyle daha üst düzeyde bir zenginliğin oluşturulmasını dünya halklarına dayatmağa devam etmiş ve bunun sonucunda, bütün ülkelerde çok büyük çöküşler yaşanmış ve halk kitlelerinin yoksullaşması daha da artmıştır. Yoksulluğun önlenmesi için hiç bir ciddi girişim yapılmazken, sermaye birikimini artıracak ve küresel emperyalizmin daha üst düzeyde bir sömürüye dayanacak biçimde geliştirilebilmesi için her türlü DünyaBankası ve İMF reçetesi batı destekli olarak bütün ülkelerde devreye sokulmağa çalışılmıştır . Türkiye Cumhuriyeti böylesine çarpıklıkların yaşandığı ülkelerin en önde geleni olarak öne çıkmıştır .

Batı merkezli küreselleşme ile Türkiye’deki sermaye sahipleri dışa açılırken ülkenin ihtiyaçlarını ve beklentilerini görmezden gelmişlber, kendi zenginlyiklerini koruyabilmek ve daha da zengin olabilmek doğrultusunda rekabetten vazgeçerek batılı büyük tekeller ile anlaşmışlmardır . Her yerli firma bir büyük uluslararası tekelin çatısı altında kendine güvence ararken , ülkenin yatırım bekleyen bölgelerine hiç bir Türk şirketi gitmemiştir . Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Orta Anadolu ve Kuzey Kıbrıs bölgelerine hiç bir Türk firması yatırım yapmazken , Türkiye’de yoksulluk giderek en üst düzeylere tırmanmış ve yoksul halk kitleleri devlet ile belediyelerden yardım bekler hale gelmiştir . Nüfus artarken , devlet dış baskılarla ekonomiden uzaklaş

Tırılmış , ülke açık bir pazara dönüştürülürken, Türk insanının giderek köleleşmesine gidebilecek gelişmelere İMF ve DünyaBankası programları ile devam edilmiştir . Orta tabakalar hızla çökerken, toplumu oluşturan halk yığınlarının giderek bölgesel ya da yerel cemaatlara doğru yöneldiği ortaya çıkmıştır . Küresel sömürü düzeni sermaye birikimini yabancı sermayenin çıkarları doğrultusunda en üst düzeylere çıkartırken,yerli sermaye ortadan kalkmış ve bununla beraber milliburjuvazi de tarih sahnesinden silinmeğe başlamıştır . Ülke ekonomisi daha fazla dışarıya muhtaç hale gelirken, yerli şirketler yabancılaşarak korunmağa çalışmışlar ama çöken orta tabakalar nedeniyle halk kitleleri ortada kalmıştır . Yoksulluğun giderek en üst düzeyde tırmanması din olgusunu yeniden ön plana çıkarmış ve zengin sınıfların çıkarına çalışan kapitalist ekonomide yoksul halk kitlelerinin beklentileri dini örgütlenmelerle karşılanmağa çalışılmış ve bu aşamada yerel yönetimlerin devreye girmesiyle insanların yiyecek ve barınma gereksinmeleri karşılanmağa çalışılmıştır. Yeni dönemde yoksulların ve işysizlerin tüm umudu yerel yönetimlere kaymış ve bu durumda giderek küçük eyalet ve kent devletleri oluşumunun önünü açmıştır. Ulusal toplum ve ulus devlet yapılanması, böylesine bir aşamada tartışılır ve yargılanır bir noktaya gelmiştir.

Bütün dünyayı üçüncü bir cihan savaşına zorlayan uluslararası kapitalist sistemin , savaş yanlısı lobiler yüzünden son bir yılda büyük bir ekonomik krize sürüklenmesi üzerine kapitalist sistemin yanlışlığı bütün dünya ülkelerinde tartışılır bir duruma gelmiştir. Sosyalist sistemin başarısız bir uygulama döneminden çöküşe geçmesinden yirmi yıl sonra benzeri bir biçimde kapitalist sistemde çöküşe geçmiştir. Irak savaşı yüzünden üç trilyon dolar borca batan ABD, kendi ekonomisini kurtaramazken onun desteğine dayalı olan uluslararası kapitalist sistemin hliç bir ülkeyi kurtaramıyacağı açıkca görülmektedir . Böylesine bir durumda, dünya halklarının yoksulluk batağından kurtulabilmeleri mümkün görünmemektedir. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu hiç bir ülkede yoksulları kurtarma ya da yoksulluğu önleme doğrultusunda herhangi bir program uygulamamaktadır.Zaman zaman Birleşmiş Milletler çatısı altında dile getirilen yoksulların kurtarılması ile ilgili tartışmalar doğrultusunda gene bu kurum üzerinden bazı girişimler yapılmasına rağmen şimdiye kadar ciddi bir girişim görülmemiştir. Birleşmiş milletler kararlarını dinlemeyen ve Dünya Ticaret Örgütü aracılığı ile küresel emperyalist düzeni kurmak isteyen ABD ve batılı müttefikleri , dünya ekonomisinin çökmesinin ve dünya halklarının yoksulluk batağında ezilmelerinin başlıca sorumluları olarak görülmektedirler. Böylesine ters bir durumun ortadan kaldırılabilmesi için dünya halklarını yoksulluk uçurumuna sürükleyen Dünya bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Uluslararası Para Fonu kuruluşlarının bir an önce kapatılmaları gerekmektedir. Tek kutuplu dünya düzeni kuramayan ABD kurtuluşu G-20 ülkeleri platformunda ararken , BRİC ülkeleri adı verilen Rusya,Brezilya,Hindistan ve Çin’in öncülüğünde bütün Birleşmiş Milletler üyesi devletlerin biraraya gelerek Dünya Ekonomi Kurumunu bir an önce oluşturmaları gerekmektedir. Ancak bu aşamadan sonra sermaye sınıfı ve patronları temsil eden azgın azınlığın kontrolu altındaki tekelci küresel şirketlerin sömürü politikalarına dayalı bir evrensel ekonomik düzen önlenebilecek, bonçlandırma batağı ortadan kaldırılabilecek ve bütün ülkelerde gelir dağılımı daha eşitlikçi koşullarda yapılabilecektir.Böylesine bir açılım sağlanabilirse ancak bu aşamadan sonra yoksulluğun önlenebilmesine yönelik uluslararası plan ve programlar uygulama aşamasına gelebilecektir,aksi takdirde yerleşik çıkar düzeninin direnişleri kırılamıyacaktır. Yoksulluğun önlenmesi ile ilgili yeni yapısal denge programları ancak böylesine bir düzen değişikliği sonrasında uygulama alanına getirilebilecektir.

Asya,Afrika ve Latin Amerika uluslarının yoksul olarak kalmaları ,yüzyıllar süren emperyal sömürü düzenleri nedeniyledir. Bugünkü gelinen noktada daha da üst düzeyde sürdürülmek istenen böylesine insanlık dışı bir sürece bütün yoksul uluslar biraraya gelerek karşı çıkmalıdırlar.Bu doğrultuda başlatılmış olan alternatif küreselleşme akımlarının BRİC devletlerinin desteği ile evrensel bir yapılanmaya dönüştürülmeleri gerekmektedir. Birleşmiş Milletlerin yeniden düzenlenerek dünya uluslarının etkili bir katılımı acilen sağlanmalıdır. Büyük batılı emperyal devletlerin etkisinin kırılmasıyla, ekonomide eşitlikçi uygulamaların önü açılabilecek,sömürünün önlenmesiyle de yoksulluğu ortadan kaldırıcı politikalar devreye girebilecektir . Böylesine bir olumlu sonucun alınabilmesi için Birleşmiş Milletlere üye olan bütün dvletlerin emperyal devletlerin baskılarının dışına çıkarak , bu uluslararası örgütte eşitlikçi bir katılımı sağlamaları gerekmektedir . Böylesine bir ortak çatının altından insanlığı kurtaracak ve yoksulluğu önleyebilecek çözümler üretilebilecektir . Her devlet kendi sorunlarının bilinci ile ve ülkesinin ulusal çıkarlarının doğrultusunda Birleşmiş milletlerde etkili olursa, kısa dönemde yoksulluğu ortadan kaldırabilecek eşitlikçi uygulama kararları elbirliği ile alınabilecektir . Böylesine bir olumlu sonucun alınabilmesi için yoksullukla savaş doğrultusunda yetiştirilmiş ve ciddi bir ekonomik eğitimden geçmiş kadroların devletleri yönetme aşamasına gelmeleri gerekmektedir. Ekonomiyi iyi bilen vatansever yöneticilerin devletlerini yönetmeleri ve uluslararası alanda temsil etmeleriyle beraber ,bütün dünyada yeni bir insancıl ekonomi dönemi başlatılabilecektir. İnsan haklarının sıfır noktasına gelmesine neden olan yoksulluğun kaldırılabilmesi için böylesine eğitilmiş kadroların seferber edilmeleri ve bu yöneticelerin sermaye kesimlerinin etkisinin dışına çıkarılabilmeleri gerekmektedir.Batı tipi demokrasilerde siyasetin finansmanını sermaye çevreleri yaptığı sürece, bütün ülkelerin başına sermayenin adamları gelmekte ve bu tür yöneticiler işbaşında kaldığı sürece de bir türlü halk kitlelerinin yararına olabilecek bir halkçı ekonomi uygulamasına gidilememektedir. Bu nedenle, ekonomi konusunda iyi eğitilmiş politikacıların ve yöneticilerin işbaşına gelmelerinin sağlanması birinci derecede öncelikli bir konudur. Küresel emperyalizmin komiseri konumundaki bazı Dünya bankası ya da İMF görevlilerinin,ülke ekonomilerinin başına dışarıdan getirilerek oturtulması gibi sömürge politikalarının önüne geçilebilmesi için, her ülke kendi ekonomisinin ulusal çıkarlar doğrultusunda yönetebilecek kadroları yetiştirerek devletin ve kamu kurumlarının başına geçirebilmesi zorunluluğu vardır. Günümüzde yaşnmakta olan bir çok olay ve gelişme böylesine bir zorunluluğu açıkca göstermektedir .

İnsanlık için hiç bir zaman kader olmayan yoksulluğun önlenebilmesi çok zor bir konu değildir . Öncelikle, yoksulluk ile mücadele edecek sivil kadroların iyi eğitim görmeleri gerekmektedir . Türkiye batı blokunun dışında bırakılan ülkelerde , batının emperyal girişimlerine karşı ülke ekonomisini devletin ve ulusun çıkarları doğrultusunda koruyarak hareket edecek yönetici kadroların öncelikli olarak iyi yetiştirileceği bazı ekonomi kurumları,fakülteleri ve merkezlerinin kurulması gerekmektedir . Araştırma merkezlerinde yapılacak ulusal ölçekli çalışmalarda ülke toplumunun gereksinmeleri öncelikle olarak belirlenecek, ülke kaynakları devletin ve toplumun gereksinmeleri doğrultusunda daha eşitlikçi olarak belirlenerek gelir dağılımında tam bir eşitliği gündeme getirecek ekonomik politikalar uygulamaya aktarılacaktır . Bu çerçevede her ülkenin kendi ekonomisini yönetecek kadroları kendi okullarında yetiştirmesi kesinlikle batılı merkezlerde batının çıkarlarına öncelik verecek doğrultuda yetişen iktisatçılara kendi ekonomisini teslim etmemesi gerekmektedir. Türkiye gibi ülkeler bu yüzden geri bıraktırılmışlar ve halk kitleleri yoksul toplumlar halinde kalmağa mahkûm edilmişlerdir. Geçmişten gelen bu gibi hatalı durumlardan çıkarılacak dersler doğrultusunda yoksulluğu önleyecek kadroların ulusal eğitim sistemleri içinden yetiştirilmeleri, daha adaletli bir dünyanın kurulabilmesi için zorunlu görünmektedir. İktisat fakültelerinden yetiştirilecek başarılı ve yetenekli genç iktisatçılar, yeni kurulacak bir Milli Ekonomi Akademisinde üst düzey eğitime alınarak hem ulusal hm de uluslararası alanda yetiştirilerek ülke ekonomisi onlara emanet edilmelidir. Bu noktada, ekonomi eğitiminin yeniden ele alınarak düzenlenmesi zorunlu görünmektedir. Özellikle artan nüfus dikkate alınarak, toplumun tüm gereksinmelerini karşılayabilecek derecede etkili bir ekonomik yeniden yapılanma doğrultusunda yeni eğitim düzeni bir başlangıç noktası olmalıdır. Batı ülkelerinden aktarma ya da taklit ekonomi eğitimi ile ancak uydu ve sömürge ekonomisi olabileceği ortaya çıktığı için bu alanda köklü bir değişikliğe gerek bulunmaktadır. Her türlü yeniliğin başlangıcının eğitimden geçtiği unutulmamalı ve yoksulluğu önleyecek ulusal ekonomi politikalarını uygulayacak yeni milli kadroları öne çıkaracak bir yeni eğitim adımı atılmalıdır. Makro düzeyde ekonomiyi yönetecek üst düzey kadrolar eğitim yolu ile yetiştirilirken, ülkede yoksulluğu devletin dışında önleyecek bazı toplumsal mekanizmaları da beraber düşünmelidir.

Hindistan, Pakistan ve Bengaldeş gibi çok nüfuslu ülkelerde küçük iş sahiplerini yetiştiren eğitim uygulamlarının da dikkate alınmasında sosyal yararlar olabilecektir. Yoksulluğun kader olmaktan çıkarılması için herşeyin devletten beklenmemesi, herkesin kndi sınırlı olanakları ile girişimde bulunmasının da yoksul insanlara öğretilmesi gerekmektedir. Daha önce Türkiye’de de uygulandığı gibi bazı iş vakıflarının kurulmasıyla, vakıflar üzerinden iş ve girişim yöntemlerinin fakirlere ve işsizlere öğretilmesi kısa dönemde sonuç alabilmek açısından yararlı olabilmektedir. Düzenli olarak okula gidemeyen halk kitlelerine yönelik olarak halk eğitimi ya da yetişkinler eğitimi programlarıyla köy ve kırsal kesim insanlarının kendi işlerinin sahibi olabilmeleri öğretilmelidir. Küçük kredilerle tek kişilik iş sahibi olabilmenin yolları ve yöntemleri gene özel eğitim konuları olarak, halk eğitimi kuruluşları aracılığı ile kitlelere aktarılabilmelidir. Türkiye’de Cumhuriyet rejiminin kuruluşunda ve ilkyıllarında gündeme gelmiş olan, Millet Mektepleri, Halkevleri ve Köy Enstitüleri bu doğrultuda devreye girmiş ve Atatürk Türkiye’sinde başarıyla uygulanabilmiş halk eğitimi kurumsal örnekleridir. Batıya bağımlı bir ekonomik yapılanma içerisinde orta tabakalar çökerken, halk kitleleri işsizliğe ve yoksulluğa mahkum eelirken, benzeri bir halkçı ekonomik atılıma kalkışabilmek için , yeniden halk eğitimi yapılanmasının yeni oluşturulacak yaygın eğitim kurumları aracılığı ile ülkenin her köşesinde geliştirilmesi gerekmektedir. Mikro düzeyde her insanın kendi işine sahip olabilmesi, batı emperyalizminin baskılarıyla çökertilen tarımın yeniden canlandırılabilmesi, kırsal alandan kentlere göçün önlenebilmesi gibi olumlu sonuçların elde edilebilmesi için, ekonomik alandaki eğitimin ulusal tabana yayılması gerekmektedir. Yoksulluğun pençesinin kırılabilmesi için her yoksul insana kurtuluş yollarının anlatılması ya da öğretilmesi zorunludur. Gençlere örgün eğitim kurumlarında bu gibi alanlarda çıkış yolunu sağlayacak yöntemler okutulurken, eğitim yaşını geride bırakmış yetişkinlere de kendiişlerinin sahibi olabilmeleri ya da ekonomik çalışmalarla para kazanabilmelerinin yolları öğretilebilmelidir. Her devlet kendi ekonomisini canlandırma programlarıyla ya da ekonomik seferberlik atılımlarıyla yoksul bıraklılan işgücü potansiyellerini devreye sokabilmelidir.

Devletlerin kendi olanaklarıyla geliştirdikleri yoksulluğun eğitim yolu ile önlenebilmesi programlarının yanısıra, Birleşmiş Milletler Eğitim ve Kültür kurumu olan ,UNESCO aracılığı ile geliştirilecek uluslararası programlara da ihtiyaç vardır . Geri kalmış bütün dünya ülkelerinin gelişmişlik düzeyine gelebilmesi için kurulmuş olan bu uluslararası örgütün, son yıllarda giderek tırmanmış olan yoksulluğun önlenebilmesi doğrultusunda yeni eğitim programları geliştirmesi ve bunları Türkiye gibi batının dışında kalan ve zaman içerisinde küresel batı emperyalizminin baskılarıyla sömürge ekonomisine zorlanan ülkelerde hızla artış gösteren yoksulluğa karşı hızla devreye sokması gerekmektedir . Yoksulluğun önlenmesi ya da ortadan kaldırılması için geliştirilecek uluslararası eğitim ve kültür programlarının, düzenli olarak geri bıraktırılmış ülkelerde uygulanabilmeleri için UNESCO öncülüğünde yeni bir küresel atılım gündeme getirilmelidir. Bu doğrultuda alternatif küreselleşme hareketlerinin ve BRİC ülkelerinin üzerlerine düşecek öncülük misyonlarının daha fazla zaman yitirmeden yerine getirilmesi gerekmektedir. ABD ve batılı müttefiklerinin ya da uluslararası tekelci küresel şirketlerin önleyici girişimleri dikkate alınarak BRİC ülkelerinin daha fazla Birleşmiş Milletler ve UNESCO ile işbirliğini artırmasına gidilmelidir. Yüzyıllar süren batı merkezli emperyalizmin küreselleşme yolundan yeni bir süper emperyalizme yönelmesi nedeniyle, yoksulluğun en üst düzeylere tırmandığı unutulmamalıdır. Bu nedenle, Avrupa ve Amerika’nın emperyal işbirliğine karşı Brezilya, Rusya, Çin ve Hindistan gelişmekte olan diğer ülkelerle işbirliği yaparak Birleşmiş Milletler üzerinden küresel düzeyde yoksulluğu önleyecek evrensel ekonomik politikaların devreye girmesi doğrultusunda yeni atılımları başlatmalıdırlar. Ayrıca, bu doğrultuda uluslararası eğitim programlarıyla yoksulluğun evrensel düzeyde önlenebilmesini sağlayacak girişimleri de dünya gündemine getirmeleri gerekmektedir. Yoksulluğun önlenmesinde eğitim hem ulusal hem de uluslararası alanda öne geçmeli ve bu doğrultuda bütün ülkeler işbirliği yaparak, küresel emperyalizmin yarattığı bu haksızlığın bir an önce ortadan kaldırılmasını sağlayabilmelidirler. Eğitimin girdiği yerden yoksulluk çıkmalıdır. Her eğitim yoksulluğu ortadan kaldırabilmelidir.

23 Kasım 2018 Cuma

ANKARA KALESİ.157 "BATI ASYA BİRLİĞİ YANLIŞTIR" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN (Ankara, 21 Kasım 2012) - Soğuk savaş sonrasında , başlayan küreselleşme sürecinin giderek bir süper batı emperyalizmine dönüşmesi üzerine gelinen yeni aşamada bir genel durum değerlendirilmesi gerekmektedir .


ANKARA KALESİ.157
"BATI ASYA BİRLİĞİ YANLIŞTIR"
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 21 Kasım 2012

Soğuk savaş sonrasında , başlayan küreselleşme sürecinin giderek bir süper batı emperyalizmine dönüşmesi üzerine gelinen yeni aşamada bir genel durum değerlendirilmesi gerekmektedir . Özellikle ,bu yeni dönemde beş büyük projenin iflas etmesi üzerine , nelerin olamayacağı ya da bunların yerine nelerin olabileceği yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır .Sovyetler Birliğini bir tek kurşun atmadan tasfiye etmesini bilen batı emperyalizmi , ABD’nin öncülüğünde soğuk savaş sonrasında yeni bir dünya imparatorluğuna soyunmuş ama bu doğrultuda geliştirilen beş büyük proje bir türlü gerçekleşme aşamasına gelememiştir . Bu nedenle ,sosyalist blokun dağılmasından sonra eski dünya düzeni ortadan kalkmış ama yerine bir türlü yeni bir düzen kurulamamıştır . Yıllardır sürdürülen ekonomik ve siyasal zorlamaların bir türlü sonuç vermemesi , eski dünya düzeninden gelen siyasal birikimin var olan devletler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kullanılmasıyla , batılı emperyal güçler geçmişten gelen ulus devlet yapılanmalarını devre dışı bırakarak kendi istedikleri küresel imparatorluk düzenine geçişi başaramamışlardır . Dayatmalar sonuç vermeyince , II Eylül olaylarını kendileri yaratmış ve bu yoldan mağduriyete sürüklenmiş gibi görünerek ,batının dışında kalan bölgelere saldırılmış ve böylesine bir süreçte devletlerin ve halkların direnişlerini kırmak üzere hem terör hem de savaş kullanılmıştır .Çeyrek yüzyılı bulan bir zaman dilimi içerisinde , eski düzen dağıtılırken , yeni bir dünya düzeni bir türlü kurulamamıştır .

Osmanlı imparatorluğu dünyanın merkezi büyük devleti olarak tarihe karışınca ,yirminci yüzyılda büyük devletler ve siyasal güç merkezleri evrensel rekabet düzeni içinde merkezi alana egemen olmak için mücadeleye yönelmişlerdir . Büyük Britanya İmparatorluğu geçmişten gelen bir büyük dünya devleti konumu ile Osmanlı sonrası için merkezi alana bir dörtlü konfederasyon olarak Yakın Doğu Konfederasyonu projesini devreye sokmağa çalışmış ama Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan gelişmeler nedeniyle böylesine bir siyasal yapılanma gerçekleştirilememiştir .Öncelikle Atatürk’ün önderliğindeki Türk ulusal kurtuluş savaşı böylesine bir hegemonik planının önünü kesmiştir .Ne var ki , ikinci dünya savaşı sonrasında ABD’nin Orta Doğu’ya gelmesi ve İsrail’in kurulmasıyla devreye yeni projeler girmiş , ABD Büyük Orta Doğu Projesine , İsrail ‘de ABD’nin sırtından Büyük İsrail devletini oluşturma planını uygulama alanına getirmiştir . Böylece , İngiltere ve Fransa’nın yirminci yüzyılın başlarında çizmiş olduğu Orta Doğu haritası hedef alınmış ve bu haritada yer alan bütün devletlerin sınırlarının değiştirilmesi doğrultusunda harekete geçilerek geleceğe dönük yeni bir harita çizilmeğe başlanmıştır . İki kutuplu dünya döneminde Sovyetler Birliği bu girişimlere karşı çıkarak var olan bölge devletleri ile yakın ilişkiler geliştirmiş , hatta daha da ileri giderek Irak ve Suriye gibi bölge devletleriyle ortak bir dayanışma ve siyasal yapılanma aşamasına gelmiştir . ABD dünyanın yeni süper gücü olarak merkezi alanda kendi baskı düzenini kurmuş , bölgenin merkezi devleti olan Türkiye’ye yerleşerek ve Türkiye üzerinden çeşitli manüplasyonlara kalkışarak Osmanlı sonrasında gündeme gelen bölgesel otorite boşluğunu doldurmağa çalışmıştır . Yirminci yüzyılın ikinci yarısı iki büyük kutupun merkezi alandaki çekişmesiyle geçmiştir . İki blok merkezdeki devletlere yerleşmek ya da kendi yanlarına çekmek yarışına kalkışınca ,bir çok sıcak olay ve çatışma birbiri ardı sıra gündeme gelmiş ve bölgede sonradan kurulmuş olan İsrail devleti komşularıyla ve diğer Müslüman devletler ile sürekli olarak çarpışmak zorunda kalmıştır . Osmanlı imparatorluğunun dağılmasından sonra meydana gelen siyasal boşluk bir türlü etkili bir biçimde doldurulamadığı için güç ve blok merkezleri sürekli bir çekişmeyi sonuna kadar sürdürmüşlerdir .

Bölgede otorite boşluğu bir türlü doldurulamadığı için ,hem dış güçler hem de bölge devletleri bu doğrultuda girişimlerini artırarak kendilerinin merkezde yer aldığı bazı bölgesel projelere yönelmişler ama bölgedeki devletlerden hiç birisi tüm merkezi alana egemen olabilecek derecede güçlü olamadığından çekişmeler ve çatışmalar sürekli olarak devam etmiş ve bölgeye bir türlü barış getirilememiştir . İsrail’in kurulmasıyla başlayan yeni dönemde savaş ve terör sürekli olmuş, İsrail Lübnan’daki Bekaa vadisini terörist yetiştirme merkezi haline getirerek, buradan bütün bölge ülkelerine terörist göndermiş ve bunlar aracılığı ile de tüm Orta Doğu’yu teröre sürüklemiştir . Terörün sürekliliği bölgedeki çatışmaların zaman zaman savaşlara dönüşmesine yardımcı olmuş , sürekli savaşlar yüzünden Osmanlı sonrasında bir Orta Doğu barışı bir türlü gündeme getirilememiştir . ABD ve İsrail ikilisinin , İngiltere ile Fransa’nın işbirliği yaparak çizmiş olduğu haritayı ortadan kaldırmak istemesi yüzünden ,bölge devletlerinin sınırlarını değiştirecek doğrultuda hem etnik hem de dinsel farklılıklar sürekli olarak körüklenmiş ve bu yoldan var olan devletlerin parçalanması hedeflenerek ,yeni oluşturulacak küçük devletçiklerin eyaletler halinde yer alacağı ,bir Orta Doğu Birleşik Devletleri gibi yeni bir federal yapılanmayı kendi kontrolları altında kurmağa çalışmışlardır .ABD İstanbul merkezli bir bölgesel konfederasyonu Büyük Orta Doğu Projesi doğrultusunda oluşturmağa çalışırken , İsrail’de Kudüs merkezli bir başka bölgesel federasyon planını gene merkezi alanda kurabilmenin çabası içine girmiştir . İngiltere ve Fransa geride kalırken , ABD ve İsrail ikilisi bölgede öne geçiyordu . Ne var ki , daha sonraki aşamada Rusya,Çin,Hindistan ve İran gibi büyük doğu devletlerinin de merkezi coğrafyada kendi hegemonya düzenlerini oluşturmağa yönelmeleri gündeme geldiğinde , ABD ve İsrail ikilisinin merkezi alana doğu güçlerinin girmelerini önlemeğe çalıştıkları görülmüştür . Doğulu güçler bölgeye yönelirken , ABD ve İsrail ikilisi hem terörü hem de sıcak çatışmaları körükleyerek ikinci dünya savaşı sonrasında girmiş oldukları merkezi bölgedeki üstünlüklerini korumağa çalışmışlardır .

Başta Türkiye olmak üzere merkezi bölgede yer alan devletlerin hiç birisine kendi planlarını gündeme getirme şansını tanımayan emperyalist ve Siyonist güçler ,geleceğe dönük küresel imparatorluk planları doğrultusunda baskılarını artırmışlar e bölgede kendi kontrolları dışında hiçbir siyasal oluşuma izin vermemişlerdir . Bu doğrultudaki bütün girişimleri önlemeğe çalışan ABD ve İsrail ikilisi kendi planlarını gerçekleştirme doğrultusunda kararlı ve ısrarcı olmuşlar , kendi projeleri dışında kalan tüm girişimleri devre dışı bırakabilme uğruna her türlü komploya yönelebilmişler ve yeni senaryolar ile yola devam etmeğe çalışmışlardır . Bölgenin geçmişten gelen tarihsel süreci incelendiğinde , bölge dışı devlet ya da siyasal güçlerin merkeze egemen olabilmek için girişimlerine karşılık ,merkezde yer alan devletlerinde genişleyerek bölgesel bir güç olma, ya da bölge devletlerini bir araya getirerek ,merkezi alandaki otorite boşluğunu doldurma çabalarının da gündeme gelebildiği görülmektedir . Bir anlamda ,merkezi bölge devletleri emperyal plan ya da projeler uğruna yok olmamak ya da tasfiye edilmemek için ,kendilerini koruyacak , gelecekte de onların devlet olma statülerini sürdürebilecek planları devreye sokmaları söz konusu olmaktadır . Osmanlı dönemi sonrasında bölgede kurulmuş olan her devlet önce kendisini garanti altına alabilecek politikalara öncelik vermekte, daha sonra da yeni bir yapılanma ile daha güçlü bir konuma gelebileceği stratejilere yöneldiği görülmektedir . Her devlet kendisini büyütecek programları kendi dış politikasının ana çatısı haline getirmekte ve böylece komşularıyla rekabete kalkışarak büyümenin yollarını arayabilmektedir . Orta Doğu bir anlamda büyümek isteyen devletlerin coğrafyası olarak öne çıkmakta ve bu yüzden de diğer emperyal projeler ile ciddi çatışma dönemleri savaş senaryolarıyla beraber yaşanmaktadır .

Osmanlı İmparatorluğundan sonra Sovyet blokunun da dağılması ,merkezi alanda otorite boşluğu yarattığı için ,bu boşluğun kimin tarafından doldurulacağı önem kazanmaktadır .Bu doğrultuda sürüp giden çatışmalar sonuçsuz kaldığından ve bölgede mutlak bir barışı sağlayabilecek yeni bir güç merkezi ya da otorite yönetimi kurulamadığından ,ikinci dünya savaşı sonrasında burada başlamış olan sıcak çatışmaların bugün de artarak ve başka ülkelere de yayılarak sürüp gittiği açıkça görülebilmektedir . Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi Atatürk bu durumu daha ikinci dünya savaşı öncesinde gördüğü için hemen İran ile işbirliğine girerek Sadabat Paktını kurmuş ,Irak ile Afganistan’ı da bu dayanışma ittifakının içine alarak , Avrasya’nın güney bölgesinde gelecekte Avrasya’daki Türk dünyasını da içine alacak bir çizgide bir yeni bir yakınlaşma dönemini bölge dışı emperyal devletlere karşı gündeme getirmiştir . O dönemde Suriye’de Fransız dominyon yönetiminin bulunması yüzünden bu ülke bölgesel birliğe girememiş, ayrıca Azerbaycan ve Gürcistan’da Sovyetler Birliği içinde yer alan Demirperde ülkeleri içinde olduğundan ,Türkiye,Irak ve İran birlikteliği ile ikinci dünya savaşı öncesinde merkezi otorite boşluğu doldurulmağa çalışılmıştır . Özellikle Sovyetler Birliğinin Azarbaycan’dan Basra körfezine inerek sıcak sulara kavuşma arzusu tüm bölge ülkelerini tehdit etmiş ,bu yüzden de Atatürk’ün bölgesel ittifak girişimi başarılı olmuştur . Tarih boyunca görülen Hazar havzası ile Orta Doğu bölgesi birlikteliğini Atatürk bölge devletleri dayanışması kurarak önlemeğe çalışmıştır . Sadabat paktı başarılı olmuş ama ikinci dünya savaşı sonrasında ABD-İsrail ikilisi bu bölgesel ittifakı devre dışı bırakmışlardır .

İkinci dünya savaşı sonrasında İsrail’in güvenliği öncelikle öneme sahip olduğundan ABD,öne çıkarak , Atatürk’ün Sadabat Paktı yerine Bağdat Paktını devreye sokmuş ve bu birlik çatısı altında Türkiye,Irak ve İran’ı bir araya getirerek , Sovyetler Birliğinin merkezi alanda yayılmasını önlemeğe çaba göstermiştir . Bağdat Paktı ABD ve İsrail destekli kurulmuş ama birkaç sene sonra Sovyetler Birliği Irak’ın başkenti Bağdat’ta bir darbe düzenleyerek Bağdat Paktına son vermiştir .Bu istenmeyen durum üzerine ABD ve İsrail ikilisi , Nato’nun uzantısı konumundaki bir askeri güvenlik paktını bunun üzerine Cento adıyla merkezi dayanışma kuruluşu olarak oluşturmuştur . Cento çatısı altında Türkiye,İran ve Irak yeniden bir araya gelirken ,gelecekte batı merkezli yeni bir Orta Doğu yapılanmasının önünün açılmasını sağlıyorlardı . Soğuk savaş döneminin zor koşullarında bu ülkeler komünist olmaktan kurtuluyorlardı ama bu kez de ABD ve İsrail ikilisinin hegemonyalarına teslim olarak gelecekte bir Siyonist ve Atlantikçi emperyalizmin dümen suyundaki oluşumların içine doğru sürükleniyorlardı . Daha ulusal kurtuluş savaşı sırasında Irak ve Suriye halkında emperyalizme karşı bir ortak mücadele önerisi alan Atatürk , her iki ülkenin temsilcilerine herkesin kendi kurtuluş savaşını vermesi gerektiğini ,kurtuluştan sonra bölge ülkelerinin bir araya gelerek güçlü bir bölgesel birlik kurabileceklerini Türkiye Cumhuriyetinin gelecekteki komşularına söylüyordu .Böylece Sadabat Paktının oluşumuna giden dayanışma yolu açılıyor ve Orta Doğu’nun geleceğinde bu yörenin ülkelerinin dış güçlere karşı bir dayanışma içine girmelerinin yolu açılıyordu . Sadabat paktı bu doğrultuda birinci cihan savaşı sonrasında Atatürk’ün öncülüğünde gündeme gelirken , ikinci dünya savaşı sonrasında da bu kez ABD’nin öncülüğünde Bağdat paktı devreye giriyordu . Ne var ki , I958 yılında Rusya’nın Irak’ın başkentinde kendisine yakın askerlere yaptırdığı darbe ile Bağdat Paktı sona eriyor ,bunun yerine Cento ,Nato’nun uzantısı olarak devreye giriyordu . Böylece,batı emperyalizmi ABD-İsrail ikilisinin üstün girişimleriyle bölge ülkeleri üzerinde yeni bir baskı düzeni kuruyor ve karşı blok olan Sovyetler Birliği’nin bölgede yayılmasını durdurmak istiyordu . Ne var ki , Sovyetler Birliği Irak sonrasında Suriye’de Baas partisi aracılığı ile kendisine yakın yeni bir rejim oluşturarak bu ülkeden Kıbrıs adasına atlıyor ve bu büyük adada Akdeniz’in en güçlü komünist partisini kurarak kendisine bağımlı kılıyordu . Soğuk savaş döneminde , ABD-İsrail ikilisinin bölgeye gelerek yayılmasına karşı çıkan Sovyetler Birliği’de Atlantikçi ve Siyonist ittifakının önünü kesme doğrultusunda merkezi alanda yayılmayı hedefliyordu .

Dünya savaşlarıyla Balkanlar üzerinden Orta Doğu’ya gelen yeniden yapılanma döneminde bloklar arası çekişme yüzünden bir türlü kesin bir düzen oluşturulamıyor ve çekişmeler sürüp gidiyordu . Atatürk böylesine bir otorite boşluğu döneminde eski Osmanlı ülkelerinin sürekli savaşlara maruz kalmaması için ,Balkan bölgesinde bir Balkan Paktını , Orta Doğu bölgesinde de Sadabat Paktını bir çözüm olarak gündeme getiriyordu . Balkanlar’da Nazizim ve Faşizme merkezi alanda da komünizme karşı bölge ülkelerini koruyacak bir yeni Osmanlı barışını eski imparatorluk arazisinde geliştirmek istiyordu. Avrupa’nın yanı başında kurulmakta olan ulus devletlerin tek başına kendilerini koruyabilmeleri zorlaştığı için ,imparatorluğun yıkılmasından meydana gelen güç kaybı ile otorite boşluğunu gidermek üzere bir bölgesel ittifak ya da birlik oluşumu kendiliğinden gündeme geliyordu . Osmanlı imparatorluğunun bir merkezi büyük devlet olarak tarih sahnesinden çekilmesinden sonra ,ortaya çıkan siyasal boşluğun doldurulması gerekiyordu . Böylesine bir otorite boşluğu alanı ya bölge devletlerinin bir araya gelerek güçlü bir ittifak kurmalarıyla doldurulacaktı ya da bölge dışı bir emperyal güç dışarıdan gelerek merkeze yerleşecek ve dünyanın jeopolitik merkezden yönetimini sağlayacak yepyeni bir yönetim düzeni oluşturacaktı . Birinci dünya savaşı sonrasında Büyük Britanya İmparatorluğunun soyunduğu bu misyonun tam olarak yerine getirilememesi yüzünden ,ikinci dünya savaşıyla beraber ABD-İsrail ikilisi böylesine bir misyona ikinci kez sahip çıkıyorlar ama , karşı güçlerin engellemeleri ile bölge devletlerinin kendi ulusal yapıları ile çıkarları doğrultusunda direnmeleri yüzünden istedikleri sonuçları alamıyorlardı . Ne var ki ,jeopolitik biliminin verileri doğrultusunda merkezi otorite boşluğunun doldurulması gerektiğinden ,ABD-İsrail ikilisi kendi projeleri doğrultusunda hem bölgeye asılmağa hem de bölge devletlerini dışarıdan çeşitli senaryo ve komplolar ile zorlayarak kendi istedikleri yapılanmaya yönlendirmek durumunda idiler .Bir yandan Nato diğer yandan Varşova paktı ülkeleri bloklararası çatışmalar doğrultusunda devreye sokularak , dünyanın merkezi alanı emperyal güçler tarafından ele geçirilmek isteniyordu .

Antiemperyalist bir kurtuluş savaşı ile bağımsızlığını kazanmış olan Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Atatürk’ten gelen tam bağımsızlık ideali doğrultusunda yoluna devam ederken merkezi alandaki otorite boşluğunu dolduracak bir bölgesel yapılanma projesi geliştirmek zorunda idi . Ne var ki , ikinci dünya savaşı sonrasında AB-İsrail ikilisinin Nato’yu kullanarak Türkiye’yi içeriden fethetmeleri yüzünden Türkiye Cumhuriyeti kendi kendini yönetme şansını elinden kaçırıyordu . Amerikan,İsrailci ve Nato’cu kadrolar Avrupacı kadrolar ile beraber Türkiye Cumhuriyetinin hem devletini hem de toplumunu ele geçirerek tamamen batı bağımlısı yeni bir yapılanmaya doğru Atatürk’ün cumhuriyetini zorluyorlardı .Türklerin kendilerini yönetme hakkını ellerinden alan bu emperyal güçler aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti devletinin değişen koşullarda kendini yenileyerek ve güçlenerek yoluna devam edebilmesi çizgisine de bir son veriyorlardı . Soğuk savaş koşullarında bölgesel üs olarak kullandıkları Türkiye’yi ,yeni dönemde merkezi alanı ele geçirebilmelerinin merkez üssü haline getiriyorlardı . Avrupa Birliği masallarıyla Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleneksel yapılanması değiştiriliyor , Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projelerine uygun bir yapılanmaya doğru ,Türk devleti mandacı,bölücü , cemaatçı ve işbirlikçi kadrolar aracılığı ile dışarıdan gelen dayatmalar ile zorlanıyordu .Devletin kurucusu Atatürk ,emperyal güçlerin Osmanlı hinterlandını işgale yönelmelerine karşı Sadabat paktı gibi bir bölgesel yapılanmayı hedeflemesi gerekirken , Avrupa ,Amerika ve İsrail üçlüsünün bölgedeki projelerinin uygulama alanına dönüştürülüyordu . İşbirlikçi ve mandacı kadroların dışarıdan güdümlü siyaseti Türkiye’de geçerli kılmaları üzerine Türkiye iyice bağımlı bir konuma sürükleniyordu . Bu durumda batılı ülkeler Türkiye’yi eskisi gibi ciddiye almıyorlar ve bölgeye yönelik kendi politikalarının ya taşeronu ya da Truva atı konumunda kullanıyorlardı .Bütün mesele ,merkezi alanın bölge ülkelerinin elinden alınması ve batılı projelerin uygulama alanına dönüştürülmesiydi .

Türkiye’nin eski Osmanlı hinterlandında bir bölgesel proje geliştirmesi ,dışışlerindeki batıcı kadrolar tarafından önlenirken ,siyaset sahnesindeki partilerinde işbirlikçi kadrolar tarafından yönlendirilmesiyle Türkiye Cumhuriyeti geleceğin koşullarında kendisini var edecek yepyeni bir bölgesel projeden uzak tutuluyordu . Bu doğrultuda çaba gösteren bazı bilim adamları ya da yazarlar her yönden dışlanıyorlar ve bunlara çamur atılarak itibarsızlaştırılmaları sağlanıyordu . Yıllar önce söyledikleri doğru çıkan ve giderek kamuoyunda haklılık kazanan bazı uzman bilim adamları , bu doğrultuda Türkiye’nin ulusal çıkarlarını koruyabilecek bölgesel plan ve projeler gündeme getirmeğe çalışırlarken ya üniversiteden atılıyorlar ,ya işsiz bırakılıyorlar ,ya kitaplarını basan yayınevleri satın alınarak yayın çalışmalarının önü kesiliyor ,ya televizyonların kara listelerine alınarak kamuoyuna seslenmeleri önleniyor ya da internet ve sosyal medya üzerinden geliştirilen yalan haberler ile kara çalma ve çamur atma çabaları doğrultusundaki bazı psikolojik savaş senaryolarına kurban gitmelerinin önü açılıyordu . Böylece , emperyalizm ve Siyonizm birlikteliğinin bitme ve tükenme noktasına getirdikleri Türkiye’nin geleceği için bağımsız düşünce ve proje üretebilecek kadrolar devre dışı bırakılarak ,Atatürk’ün kurmuş olduğu ulus devlete son bir öldürücü yumruk atılmağa hazırlanılıyordu . Türkiye bu kadar olumsuz bir sürece mahkum edilirken, Türk toplumunun Atatürkçü, ulusalcı,cumhuriyetçi ve antiemperyalist kadroları baskı altına alınıyor ve çeşitli gerekçeler uydurularak bunların yargı yerlerinde sürünmeleri sağlanıyordu . Türk toplumunun yetişmiş insan potansiyeli türlü çeşitli komplolar ile devre dışı bırakılırken ,Türkiye ABD,İsrail ve Avrupa plan ve projelerine mahkum ediliyordu . Türkiye Avrupa Birliğine üyelik için uğraşırken , güneyden terör yolu ile ABD ve İsrail ikilisi Türkiye’yi parçalayabilmenin arayışı içine giriyorlardı .

Soğuk savaş sonrasında Türkiye’yi bir yerlere sürüklemeğe yönelik bölgesel planlar birbiri ardı sıra gündeme gelirken , Türk toplumu tam çeyrek asır bu gibi girişimlere karşı kendisini koruyabilmenin arayışı içine girmiş ve hala Türkiye emperyal projeler doğrultusunda tam olarak teslim alınamamıştır .Emperyal projeler devre dışı kalırken , yeni aşamada bazı başka plan ve projelerin belirli kesimler tarafından gündeme getirildiği görülmüştür . Atatürkçü,tam bağımsızlıkçı ve ulusalcı kesimler Balkan ve Sadabat paktlarını yeniden gündeme getirecek ve bu iki bölgenin birleşmesiyle beraber eski Osmanlı ve Selçuklu ülkelerini ortak bir çatı altında bir araya getirebilecek, yeni bir Merkezi Devletler Birliği projesini yavaş yavaş dillendirmeğe başladıkları bir aşamada , bilimsel sosyalist olduğunu öne süren küçük bir sosyalist parti ,sanki devletin kurucusu Atatürk’ten gelen böylesine bir bağımsız alternatif plan yokmuş gibi davranarak ya da bu Atatürkçü alternatifi görmezden gelerek ,yepyeni bir öneriyi gündeme getirmiş ve Türkiye’nin Batı Asya Birliği adı altında oluşturulacak bir bölgesel birliğin içinde yer almasını önermiştir . Türkiye’yi bütünüyle Avrupa kıtasından ve batı dünyasından koparacak böylesine bir proje , kurucu önder Atatürk’ün öncelikle gündeme getirmiş olduğu Balkan bölgesi ile Türkiye’nin ilişkisini keseceği için kurucu iradenin ortaya koymuş olduğu plana ters düşmektedir . Türkiye eğer bir bölgesel plana yönelecekse ,bu yalnızca tek bölgede olamaz , ülkenin etrafını çevreleyen diğer bölgelerin de dikkate alınması ülkenin merkezi konumu açısından zorunlu görünmektedir . Türk devletini bir Asya birliği içine almak , aynı zamanda ülkenin merkezi coğrafyadaki jeopolitik konumuna da ters düşmektedir . Bu konudaki bilimsel kitapların ortaya koyduğu üzere Türkiye Cumhuriyeti devleti ,İngilizce Heartland adı verilen Kalpgahya da merkezi alının tam ortasında yer alan merkez ülkedir . Bu durum da Türkiye sadece Asya yapılanması içinde yer alamaz . Aynı zamanda Avrupa kıtasının yeni yapılanması içinde de Türkiye’nin yer alması gerekmektedir çünkü Türkiye tarihin ve coğrafyanın köprüsü olarak iki kıtayı birbirine bağlamaktadır . Türk devleti bu konumundan yararlanmak ve birleştirdiği her iki kıtanın tam ortasında yer alarak , merkezdeki güçlü ülke konumuna gelmek zorundadır ,aksi takdirde Asya ya da Avrupa merkezli bölgesel oluşumların kenarında kalan önemsiz bir ülke olmak durumuyla yetinecektir .

Atlas kitaplarında Anadolu üzerinde küçük Asya adı yazmaktadır . Bütün dünya Türkiye’yi bu konumu ile tanımaktadır . Ne var ki , Türkiye sadece Anadolu’dan ibaret olmadığı gibi ,Selçuklu zamanında İran ile , Osmanlı zamanında da Balkanlar ile birlikte yaşamıştır . Bu nedenle ,Adriyatikten Çin seddine , Balkanları,Orta Doğu’yu Orta Asya’yı gelecekte birlikte düşünme zorunluluğu bulunmaktadır . Anadolunun bir Türk devletinin çatısı altında kalabilmesi , Türkiye’nin Avrupa ve Asya arasındaki köprü konumunun iyi değerlendirilmesine bağlı bulunmaktadır . Türk devleti İran,Irak ve Azerbaycan ile bir araya gelerek sadece Asya’nın batı bölgesinde birliğe yönelmesi Türkiye’yi batıdan kopardığı gibi merkezi konumunun da ortadan kalkmasına neden olacak ve bu durumda Türkiye’nin başı daha fazla ağrıyacaktır . Türkiye uçsuz bucaksız Asya çöllerindeki hegemonya mücadelelerine doğru sürüklenirken Çin ve Rusya ile Türk dünyası üzerinden karşı karşıya gelecek ve batılıların kışkırtmalarıyla da gereksiz eyere savaşmak durumunda kalabilecektir .Türkiye’nin Asya içi hegemonya savaşlarına sürüklenmemesi için Batı Asya Birliği gibi batıdan ve merkezi coğrafyadan kopuk bir konuma yönelmemesi gerekmektedir . Batı Asya Birliği Hazar denizinin kenarında yer alan ülkelerden oluşacağı için , gelecekte Hazar havzasında meydana gelebilecek enerji ve yer altı kaynakları kavgasının tam ortasına Türkiye’yi düşürebilecektir . Hazar’da Rusya ve İran gibi iki büyük patron ülke bulunduğu sürece Türkiye’nin paylaşım kavgasından istediklerini alabilmesi çok zor görünmektedir . Türkiye ancak Batı Asya bölgesindeki yer altı kaynakları kavgasında batılı petrol ve enerji şirketlerinin taşeronu ya da Truva atı olarak kendisinin olmayan bir savaşa zorlanacaktır . Bu yüzden Batı Asya Birliği ,Türkiye’nin lehine değil aksine aleyhine bir yapılanma olarak görünmektedir .

Batı Asya Birliği halen Büyük Britanya İmparatorluğu merkezli olarak devam eden dünya devletinin geleceğe yönelik evrensel planının bir kısmını oluşturmaktadır . Bu plana göre dünya gelecekte bir konfederasyon olacaktır ve bu yapılanma on ayrı federasyonun bir araya gelmesinden ortaya çıkacaktır . Bu plana göre , Avrupa,Afrika,Kuzey Amerika ,Güney Amerika,Avustralya gelecekte kıtasal federasyonlara dönüştürülecektir . Dünyanın en büyük kıtası olan Asya’da ise bütünüyle tek bir federasyon değil ama bu koca kıta beşe bölünerek beş ayrı federasyon oluşturulacaktır . Asya kıtası , kuzey,güney,doğu,batı ve orta olarak beş ayrı bölgeye ayrılacak ve her bölgede yer alan devletler kendi bulundukları bölgenin federasyonuna dahil olarak küresel imparatorluğun içerisinde yer alacaklardır . Uluslar arası finans kapitalin öncülüğündeki kapitalist sistem küresel bir hegemonya düzenini batı merkezli olarak kurarken , doğunun bütün büyük devletlerini ve güçlerini tasfiye etmeğe yönelmektedir . Buna göre , Rusya dağılacak Kuzey Asya Birliği kurulacak , Çin dağılacak doğu Asya Birliği kurulacak,Hindistan dağılacak güney Asya birliği kurulacak , İran dağılacak batı Asya birliği kurulacaktır . Orta Asya’da parçalanmış olarak varlığını sürdüren Türk devletleri de bir araya gelerek Orta Asya federasyonunu oluşturacaklardır . Batı Asya Birliği İran’ın dağılmasıyla beraber Türkiye,Irak ve Suriye’nin de dağılmasını ve küçük küçük devletçiklerin oluşturulmasından sonra Batı Asya Birliğinin ilan edilmesi düşünülmektedir . İngiltere merkezli Büyük Britanya imparatorluğu geçmişten gelen dünya devleti yapılanmasıyla hantal ABD ile komplocu küçük devlet İsrail’i geride bırakarak ,finans kapitalin patronları ile beraber bir dünya devletine yöneldiğinde , on federasyondan oluşan bir dünya konfederasyonu hazırlanmaktadır . Bölgesel federasyonların oluşturulması sürecçinde önce 200 ulus devletten 2000 eyalet devlete geçilecek , daha sonra da bütün insanlık 5000 kent devletinde yeni bir düzene koyularak ,kentlerde gelişen küresel Pazar üzerinden bir evrensel yapılanma ortaya çıkarılacak ,5000 kent devleti bulundukları bölgede oluşan bir üst yönetim yapısı olarak federasyonlar içerisinde yer alacaktır . tek dünya devleti on ayrı bölgesel federasyondan oluşan bir konfederasyon olarak gerçekleşecek ve beş milyar insan 5000 kent devletinde yaşayarak ,dünya konfederasyonunun nüfusunu oluşturacaktır . Bugünkü dünya devleti Britanya İmparatorluğu üzerinden dünya konfederasyonuna yönelirken tüm insanlık , 5000 kent devletinde yaşayacak 5 milyar nüfus ile temsil edilecektir . Bilderberg örgütü ,Dünya Ekonomik Forumu ve Dış İlişkiler komisyon ve üçlü komite gibi küresel merkezler böylesine bir planın evrensel düzeyde gerçekleşebilmesi için çalışmaktadırlar .

Batı Asya Birliği uluslar arası finans kapitalin dünya devleti planının bir parçası olarak gündeme getirildiği için ,Türkiye açısından ulusal bir plan olamaz .Türkiye böylesine bir planın içinde yer almağa doğru yönlendirilerek küresel emperyalizmin senaryolarına alet olabilecektir . Avrupa ve Balkanlar’dan kopacak bir Türkiye merkezi konumunu da yitirdiği için İran gibi güçlü bir bölge ülkesine bağımlı hale gelecek ve İran merkezli bir Batı Asya yapılanmasının ikinci sınıf eyaleti konumuna düşürülebilecektir . Türkiye en büyük jeopolitik şansı olan merkezi konumunu kullanamadığı sürece Asya ya da Avrupa merkezli bölgesel oluşumlarda sürekli olarak kenar ya da yan ülke konumunda yer alabilecektir .Soğuk savaş döneminde Demirperde varken Türkiye’ye batılı ülkeler sürekli olarak sınır karakolu biçiminde bakmışlar ve hiçbir zaman Türkiye’nin en büyük gücü olan merkezi jeopolitiğini dikkate almamışlardır . Osmanlı İmparatorluğu bu açıdan çok dikkatli ele alınarak incelenmesi gereken bir dönemdir . ABD ve İsrail eski Osmanlı hinterlandına yönelik emperyal planlarını devreye sokarlarken Türkiye Cumhuriyetini bir merkezi devlet olarak tasfiye etmektedirler . Merkeze yerleşerek doğu-batı ekseninde tüm dünyaya egemen olabilmenin hesaplarını yapmaktadırlar . Batı Asya denen yer bir yönü ile Hazar havzası diğer adıyla da Kafkasya bölgesidir . Hazar havzası ya da Kafkasya bölgesi tarihin her döneminde önemli konumlara sahip olmuşlardır . Ayrıca İran denilen ülke Turan bölgesinin güney kısmıdır . Batı Asya denildiği zaman bir İran-Turan birlikteliği de gündeme gelecek o zaman İran ile Turan bölgelerinin sahip olduğu sorunlar ya da jeopolitik dengelerin hepsi Batı Asya Birliği oluşumunda gelip kilitlenecektir . Bir anlamda içinden çıkılmaz bir durum ortaya çıkabileceği için, Batı Asya Birliği gibi bir bölgesel projenin gerçekleşebilmesi hayalden öteye gidemeyecektir . İran,Turan,Kafkasya ve Hazar bölgelerinin sahip oldukları ayrı konumların Batı Asya’da ortak birlikteliğe kavuşturulabilmesi jeopolitik açıdan pek de gerçekci görünmemektedir .

Afrika’da dikkate alınırsa üç kıta ortasında merkezi bir jeopolitik konuma sahip bulunan Türkiye’nin diğer iki kıtadan koparılarak sadece Asya yapılanması içerisine doğru iteklenmesi ,Türk devletinin ulusal çıkarları açısından doğru bir seçenek değildir . Büyük Britanya İmparatorluğunun devamı olarak gündeme gelen dünya konfederasyonu planının on federasyonundan birisi olarak düşünülen Batı Asya Birliği ,batı merkezli yeni hegemonya planlarının bir parçasıdır ve bu nedenle de Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından yanlıştır . Doğru olan seçenek , Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk’ün Osmanlı hinterlandındaki otorite boşluğunu doldurmak üzere gündeme getirdiği ,Balkan ve Sadabat Paktlarının bugünün koşullarından birleştirilerek gündeme getirilmesi ve Merkezi Devletler Birliği adı altında dünyanın orta yerinde bir büyük merkezi otorite düzeninin , güçlü bir devlet yapılanmasıyla kurulmasıdır . Türkiye’nin eski Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarından gelen büyük birikimi İran,Irak,Suriye , Azerbaycan ve Gürcistan ile Merkezi Devletler Birliği çatısı altında örgütlemesi öncelikli olarak gerekli görünmektedir . İkinci aşamada ise eski Osmanlı ülkeleri Balkan ülkelerinin yer alacağı bir Balkan paktının da ,Merkezi Devletler Birliğinin batı kanadını oluşturması sağlanmalıdır .Bir hrıstıyan birliği olarak gelişen Avrupa Birliğinin Balkanlar’daki 700 yıllık Türk ve Müslüman birikimine sahip çıkmadığı artık kesin olarak belli olmuştur . Eski Balkan paktı üyesi olan eski Osmanlı ülkeleri de ikinci aşamada Merkezi Devletler Birliği çatısı altında yer alarak ,dünyanın merkezindeki otorite boşluğunun doldurulmasına katkı sağlayabilirler . Batı Asya Birliği gibi Türkiye için yanlış emperyal projeler yerine , Türkiye’nin merkezinde yer alacağı Merkezi Devletler Birliği gibi dayanışma paktlarına öncelik verilmesi , Türk devletinin ulusal çıkarları açısından önem taşımaktadır . Önümüzdeki dönemde Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün yolundan giderek bu ulusal görevi yerine getirebilmelidir . .