23 Ekim 2018 Salı

ANKARA KALESİ-95 "YENİ BİR ERZURUM KONGRESİ TOPLANMALIDIR" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN (Ankara, 04.03.2011 // 4 Mart 2011) - Bugüne kadar gündeme gelen bu tür girişimlerin önümüzdeki dönemde daha da artacağı ve seçmen kitlelerini oy verme aşamasında etkileyecek derecede tırmanacağını şimdiden söylemek mümkündür .


ANKARA KALESİ-95 
YENİ BİR ERZURUM KONGRESİ TOPLANMALIDIR
Prof.Dr.ANIL ÇEÇEN
Ankara, 04.03.2011

Türkiye son hızla genel seçimlere gidiyor . Üç ay sonra genel seçimlerin sonuçlarına göre, önümüzdeki dönemde Türkiye’yi yönetecek siyasal iktidar belli olacaktır . Böylesine bir aşamada siyasal partiler seçmen önüne çıkmağa hazırlanmaktalar ve bu doğrultuda programlar ve planlar hazırlayarak ve her gün halkın önüne çıkarak ,seçim kazanmak üzere yeni manevralara hazırlandıkları göze çarpmaktadır . Halk kitlelerini yakından ilgilendiren hemen hemen her konuda başlıca partilerin yeni hazırlıklara girdikleri ve bu doğrultuda genel seçimler öncesinde yeni programları Türk kamuoyuna açıklayarak arkalarındaki halk desteğini artırabilmek üzere harekete geçtikleri anlaşılmaktadır . Siyasal partilerin başlıca hedefi olan iktidara gelmek ancak genel seçimler yolu ile mümkün olabildiğinden , böylesine bir geçitten geçebilmek üzere önde gelen büyük partilerin Türkiye’nin en önemli sorunlarına yeni çözümler üreterek gelecek dönemde Türkiye Cumhuriyetini yönetmeğe talip oldukları ,bu tür girişimlerinden açıkca ortaya çıkmaktadır . Bugüne kadar gündeme gelen bu tür girişimlerin önümüzdeki dönemde daha da artacağı ve seçmen kitlelerini oy verme aşamasında etkileyecek derecede tırmanacağını şimdiden söylemek mümkündür . Seçimlere doğru yeni gazetelerin ve dergilerin çıkması kamuoyundaki tartışmaları tırmandıracağı gibi ,partilerin seçim bildirgeleri ve programları da Türkiye’yi genel seçim atmosferine hazırlayacaktır .

İçinden geçilmekte olan değişim sürecinde Türkiye bir çok konuda zorlanmakta , değişimin dayattığı sorunlar ile geçmişten gelen geleneksel sorunlar bir araya gelerek ,zamanla içinden çıkılmaz bir sorunlar yumağını Türkiye’yi yönetmeğe talip olan partilerin ve siyasetçilerin önüne çıkmaktadır . Tek tek ele alındığında daha kolay çözüme kavuşturulabilecek bazı sorunların daha genel anlamda ve başka sorunlar ile beraber ele alınması ,ya da bütün boyutları ile masaya yatırılması gibi durumlarda gene içinden çıkılmaz durumlar ile karşılaşmak mümkün olabilmektedir . Bu nedenle hem siyasi partiler hem de siyaset kadroları ciddi boyutlarda zorlanmaktadırlar . Öyle ki , Türkiye Cumhuriyetinin doğrudan doğruya geleceğini etkileyecek derecedeki çok önemli ve yaşamsal sorunlara böylesine bir ortamda çözüm bulmakta Türk toplumu giderek gecikmekte ve bu nedenle de Türkiye’nin sorunları çözümsüz bir doğrultuda sürünüp gitmektedir . Zaman en acımasız hakem olarak bu durumu açıkca ortaya koymakta ne var ki , Türkiye gene de ana sorunlarına çözüm üretebilecek olgunluk aşamasına gelememektedir . Böylesine bir gecikmenin dış konjonktürden gelen nedenleri olduğu gibi ,içeriye yansıyan boyutları ve Türkiye’nin iç dinamiklerinin bir türlü olumlu bir çizgide kesin ve kalıcı çözümler için elverişli bir ortama gelememesi de etkili olmaktadır . Bu doğrultuda çözüme kavuşturulamayan sorunlar giderek karmaşık bir yapıya dönüşmekte ve içinden çıkılmaz bir duruma dönüştüğü aşamada ise ,bazı haklı ya da haksız tepkiler ile karşılaşarak iyice yokuşa gitmektedir .

Son zamanlarda bölücü hareketler ve terör sorunu üzerinden Türkiye’nin gündemindeki bir numaralı sorun olarak duran güneydoğu sorunu ,bir türlü çözüme kavuşamamakta , iyi niyetli çözüm girişimleri bir türlü sonuca ulaşamamakta ,bu arada kötü niyetli siyasal girişimler de engelleyici faktörler olarak devreye girdiği aşamada sorunu çözüme kavuşturmak hedefi iyice uzaklaşarak imkansızlık noktasına gelmektedir .Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasıyla beraber gündeme gelen bu sorun zamanımızda iyice içinden çıkılamaz bir duruma gelmiş ve iyi niyetli girişimler giderek sonuçsuz kalınca ,bu kez de kötü niyetli girişimler bu sorunun Türkiye Cumhuriyetine ve komşu devletlere karşı kullanılması gibi bir yeni olumsuz gelişmenin öne çıkmasına neden olmuştur . Sorunu çözemeyen iç ve dış siyasal çevreler bu kez içine girilen çözümsüzlük aşamasında bu kez sorunu birbirlerine karşı çözümsüzlük doğrultusunda kullanmağa başlamışlar ,karşı tarafların çözümlerinin engellenebilmesi için görünüşte yeni adımlar atılmış ve bu adımların sorunu çözmeğe değil tamamen tersine çözümsüzlük istikametine doğru çektiği belirli bir zaman dilimi geçtikten sonra görülmeğe başlanmıştır . Bunun anlaşılması üzerine ,güneydoğu da çözüm bekleyişi içinde olan ilgili çevrelerin umutları tükenmeğe başlamış ve bir anlamda aldırmazlık tutumu bu çevrelerde giderek etkili olmağa başlamıştır . Sorunu barış içinde çözemeyenler savaş ve terör yollarını denemişler ama bu yoldan da bir sonuç elde edememişlerdir . Terör ile Türkiye Cumhuriyetinin yıkılamıyacağı , Irak ya da Yugoslavya’daki gibi bölünemiyeceği artık kesin olarak anlaşılmıştır . Ne var ki , Türk devletinin de bütün gücüne rağmen terör örgütünü kesin olarak yok edemiyeceği anlaşılmış ve bu aşamadan sonra ,güneydoğu sorununun Türk devletinin yıkılmazlığı ile bölgedeki etnik halkın terör örgütlenmesi arasına sıkışıp kaldığı belli olmuştur . Terör örgütü Türk devletini otuz yıl sonra yıkamayınca , bölge halkı terör yolu ile sonuca gidemeyeceğini anlamıştır .Terör örgütünün arkasında ise bölgeye dönük stratejik hesapları olan ABD,İngiltere ,Almanya ,Fransa ve İsrail gibi emperyal batılı devletlerin açık desteği olması yüzünden de Türk devleti de bu bölgedeki etnik terörü kendi gücü ile sona erdiremiyeceğini anlamış durumdadır .

Gelinen noktada ,güneydoğu sorununun devlet baskısı ile ya da etnik halkın terör örgütlenmesiyle çözülemiyeceğinin kesin olarak anlaşıldığı görülmektedir . Artık Kürt yok diyerek ya da dağlık bölgeden gelen kart kurt sesleri masalları ile güneydoğu sorununun olumlu bir sonuca bağlanamıyacağı iyice belli olmuş ve soğuk savaş sonrası aşamada içine girilen küreselleşme döneminin dinamiklerinin etnik kökenleri öne çıkarması nedeniyle sorun daha da büyüyerek iyice içinden çıkılmaz bir noktaya gelmiştir . Eski dönemde Türkiye’nin komşu ülkelerini Türkiye’ye karşı terör eylemleri için etnik gruplaşmalar doğrultusunda kullanan Türkiye’nin dostu ve müttefiki görünümündeki batılı emperyal devletler yeni dönemde bu şanslarını yitirmişler , soğuk savaş sonrasında sınır komşularıyla dana yakın ilişkiler içerisine giren Türkiye Cumhuriyeti komşularını da bölücülük doğrultusunda tehdit eden etnik teröre karşı bölgesel bir işbirliği ve dayanışma dönemini başlatmıştır . Irak ve Suriye’nin kuzey bölgelerini Türkiye’ye karşı birer terör üssü olarak kullanan bölücü illegal örgüt yeni dönemde bu şansını yitirince iyice toplumsal desteğini kaybetmiştir .,Kitlesel destekten mahrum kalan bölücü örgüt yeni dönemde eski iddialarını sürdürebilmek için ,batının emperyal devletlerinin desteğine sığınmış ve Avrupa Birliği oluşumu üzerinden Avrupa ülkelerini , Büyük Orta Doğu Projesi üzerinden de ABD ve İsrail devletlerinin desteklerini korumağa çalışmış ve bu ülkeleri n Türkiye üzerinde baskı kurmalarını sağlayarak , Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde kendi istedikleri doğrultuda bir çözüm üretmeğe çaba göstermişlerdir . Nato üyesi ve AB aday ülkesi olarak Türkiye’nin batı dünyası ile olan yakın ilişkilerinden yararlanarak , batılı ülkeleri Türkiye’yi bölücü örgütün planları doğrultusunda bir çözüme zorlama dönemi de son yıllarda giderek artan baskı ve şantajlara rağmen sonuç vermemiş ,bu doğrultuda geliştirilen bütün girişimler sonuçsuz kalmıştır . Artık eski tutumlar ya da senaryolar ile sonuç alınamıyacağı kesin olarak belli olmuştur .

Bölücü etnik terör yüzünden otuz yılda otuz bin insanını kaybeden Türkiye Cumhuriyetinin bundan sonraki aşamada yeniden bir terör dönemine zorlanması hiçbir biçimde sonuç vermeyeceği gibi tamamen tersine bir doğrultuda tepkisel olumsuz sonuçlara da giden yolları açabilir .Türkiye artık geri zekalı ya da aptal bir ülke konumuna hiçbir biçimde düşürülemiyecek derecede bir olgunlaşma aşamasına gelmiştir . Çeyrek yüzyılı aşan bir sürede yaşanan olaylar , Türk insanını bilinçlendirdiği gibi Türk devletinin de giderek güçlenmesine neden olmuştur . Eskisinden daha güçlü bir konuma gelen Türkiye Cumhuriyetinin Yugoslavya’da yaşanan iyiniyetli demokrasi senaryoları ile safca parçalanmağa doğru sürüklenecek bir geri ülke ya da zayıf devlet konumundan hızla uzaklaştığının görülmesi gerekmektedir . Bu konuda kararlı görünen batı emperyalizmi ve İsrail siyonizmi maalesef hedeflerine ulaşmakta fazlasıyla gecikmişlerdir . Son yıllardaki bütün zorlamalara rağmen istediklerini elde edemeyen bu emperyal güçler gene aynı kafada olmalarına rağmen , aradan geçen yıllardan sonra dönemin değiştiğini ve Türkiye’nin artık dıştan yetiştirilen ve dışarıdan gönderilen siyasetçiler ile uzaktan kumandalı manüplasyonlar ile yönetilemiyeceğini artık görmeleri gerekmektedir . Zaman içerisinde doğrular ve yanlışlar ortaya çıkmış ve küresel sermayenin güdümündeki medya ile ya da siyasetin küresel sermaye tarafından finanse edilmesiyle dışa bağlı güçlerin ya da kadroların aracılığı ile Türkiye’nin bir yerlere sürüklenerek yönetilemiyeceği artık kesin olarak ortaya çıkmıştır . Geçmiş dönemde yaşanan olaylardan herkesin bir ders çıkarması gerektiği görülmektedir . Çıkarılan derslerden alınacak olumlu sonuçlara göre yeni dönemde davranılması gerektiği anlaşıldığı için ,hiç kimse ya da taraf bütün sorunlarda olduğu gibi güneydoğu ya da doğu Anadolu sorunlarında da eskisi gibi hareket ederek zorlayıcı ve baskıcı girişimler ile sonuç almağa yönelme hakkı bulunmamaktadır . Soğuk savaşdan küreselleşme aşamasına geçiş döneminde ortaya çıkan bölücü terörün sonuçsuzluğu ve hiçbir işe yaramazlığı kesinlik kazandığına göre , yeniden böylesine yöntemlere başvurulması durumunda Türk devletinin ve Türk ulusunun ,ülkenin birliği ve bütünlüğü açısından göstereceği tepkiler eskisinden çok farklı ve ağır olabilir . Bu nedenle , böylesine olumsuz tepkilere yol açabilecek zorlayıcı girişimlerden vazgeçilmesi öncelikle sorunun barış ortamında daha sağlıklı bir biçimde ele alınabilmesine yardımcı olacak ve bu doğrultuda yeni olumlu adımların atılabilmesi için elverişli bir ortamı yaratabilecektir .

Türkiye genel seçimlere giderken sadece güneydoğu sorunu değil ama bütünüyle Doğu Anadolu bir büyük sorun olarak Türk kamuoyunun önüne gelmiştir . Yeni dönemde Türkiye bölgeye sadece güneyden ya da güneydoğu sorunu olarak değil ama bütünüyle ülkenin doğu bölgelerini içine alacak düzeyde bir doğu sorunu olarak bakmak durumundadır . Bu nedenle , Türkiye Cumhuriyeti devletinin doğu bölgesini oluşturan , güneydoğu,doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgeleri artık beraberce dikkate alınmak durumundadır .Ulusal kurtuluş savaşını yönetmek üzere Samsun’a çıkan Türk devletinin kurucusu Atatürk’ün izlediği siyasette bu doğrultuda gelişmiştir . Doğu Karadeniz’deki Pontus çetecilerine karşı güvenlik oluşturmak üzere Anadolu’ya ayak basan Mustafa Kemal daha sonraki aşamada ulusal kurtuluş savaşına ülkenin doğusundan başlayarak işe girişmiş ve öncelikle Doğu Anadolu ile Doğu Karadeniz’in birlikteliğini sağlayacak olan Erzurum Kongresi ile resmi çalışmalarına başlamıştır . Erzurum Kongresi öncesinde ülkenin her köşesinde iki yüz civarında kongre ve toplantı yapılmasına rağmen , yerel ya da bölgesel düzeyde sonuç alınamamış ve daha sonraki aşamada Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi ile Doğu Anadolu’da birlik ve bütünlük sağlaması üzerine gerçek anlamda ulusal kurtuluş savaşı başlamıştır . Dünyanın tam ortasında her tarafı açık bir konumda yer alan Anadolu yarımadası üzerinde bir bağımsız devlet düzeninin oluşturulabilmesi için jeopolitik ve stratejik açılardan öncelikle Doğu Anadolu’nun güvence altına alınması zorunlu görünüyordu. Doğu Anadolu Erzurum Kongresi ile güvence altına alındıktan sonra sıra ülkenin diğer bölgelerine gelmiş ve daha sonraki aşamada Doğu Anadolu bölgesinde sağlanmış olan birlikteliğin Misakı Milli sınırları doğrultusunda ülkenin batı,güney ve kuzey bölgelerine de taşındığı görülmüştür . Ulusal kurtuluş savaşı sırasında yaşanan bu siyasal gelişmeler , Anadolu üzerindeki bu üniter ulus devletin bağımsız bir siyasal düzen oluşturabilmesi açısından Doğu Anadolu’nun birlikteliği ve bütünlüğünün yaşamsal bir öneme sahip bulunduğunu açıkca göstermiştir . Türkiye’nin doğusunda bulunan üç coğrafi bölgenin bir bütünlük içerisinde merkeze bağlı olmasının ülkenin batı bölgelerinin başkent Ankara’dan merkezi olarak yönetilebilmesi açısından da gerekli olduğu görülmüştür . Doğusunu güvenceye alan Ankara yönetimi batı bölgelerini yönetebilir konuma gelebilmiştir . Doğusunu koruyamayan bir Ankara yönetimini batı bölgelerinin de ciddiye almayacağı açıktır . Bu nedenle , Türkiye Doğu Anadolu için geliştireceği çözüm önerilerinde devletin kuruluş yapısı ,modeli ve ilkelerini öncelikle göz önünde tutmak zorundadır . Bu gerçeği güneydoğu’da ayrı devlet isteyenlerin ya da Kuzey Irak’a Türkiye’nin güneydoğusunu da bağlamak isteyenlerin acilen görmelerinde barış koşullarının korunabilmesi açısından yarar vardır .

Türk devleti Doğu Anadolu’ya başkent Ankara’dan bakmak durumundadır . Devletin böylesine bir merkezi yapıda kurulmuş olması nedeniyle , hareket noktası başkent Ankara’nın kontrolu altındaki Misakı Milli sınırları içerisinde üniter bir bütünlüğün öncelikle korunması ve böylesine bir siyasal yapılanmanın üzerinde duran ulus devletin varlığının geleceğe dönük sürdürülebilmesi açısından devletin kurucusu Atatürk tarafından belirlenmiş olan devlet modelinin öncelikle korunması gerekmektedir .Bu durum aynı zamanda bir anayasal zorunluluk olarak da devreye girmekte ve ülkenin her bölgesine merkezden aynı doğrultuda bakış açılarının geliştirilebileceğini göstermektedir . Türk devleti Ankara merkezli bir hukuki yapıya sahiptir ama Ankara’da ulusal ve üniter devletin kurulmasına giden yol Doğu Anadolu’daki Erzurum Kongresi ile başlatılabilmiştir . Erzurum Kongresi o koşullarda yapılamasaydı Sivas’da bir büyük ulusal kongre hiç yapılamaz ve bu nedenle de Türkiye Cumhuriyeti nin kuruluşuna giden kararlar Türk ulusunun ülkenin bütün bölgelerinden gelen il ve bölge temsilcilerinin katılımıyla hiçbir biçimde kurulamazdı . Bu nedenle , Doğu Anadolu’nun geleceği denlince akla Erzurum Kongresi , Türkiye’nin geleceği denilince de akla Sivas Kongresi gelmektedir .Atatürk Misakı Milli sınırları içerisinde bir ulus devleti üniter yapı içerisinde oluştururken Doğu Anadolu’da güneydoğu ve Doğu Karadeniz bölgelerinin birlikteliğini öncelikle sağlamış ve daha sonraki aşamada da bu durumun ülkenin birliği ve bütünlüğü açısından korunmasına öncelik vermiştir . Atatürk Cumhuriyetinin çatısı altında Doğu Anadolu’ya bakış açısını bu nedenle öncelikle Erzurum Kongresi olgusu ile değerlendirmek gerekmektedir . Erzurum Kongresi bakış açısıyla Doğu Anadolu’ya bakıldığı zaman , emperyalizmin gelecekte muhtemel küçük etnik devletlerin başkenti olarak öne sürmeğe çalıştığı Diyarbakır,Van ve Trabzon kentinin bütünüyle Doğu Anadolu bölgesinin kopmaz parçaları olduğu daha iyi anlaşılabilmektedir . Bölücü partinin belediye başkanı Diyarbakırı Batman ile birleştirip özerklik isterken ,aynı taleplerini Trabzon ve Van için de gündeme getirmekte ve Emeniler ile Rumların desteğini alarak , güneydoğu’da bir Kürdistan’ın kuruluşunu Türk devletine karşı dayatmağa çalışmaktadır . Hala Sevr rüyaları gören bölücüler , sadece Diyarbakır’ı tek başına kurtaramayınca bu kez Van ve Trabzon’u da öne atarak Doğu Anadolu’da muhtemel bir Ermenistan ve Pontus Cumhuriyetleri oluşumunu yeniden devreye sokmağa çalışmaktadırlar .

Geçen hafta sonunda Doğu Anadolu’nun geleceği ile ilgili bir bölge toplantısını , Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuş olan ana muhalefet partisinin müstakbel Büyük Ermenistan devletinin başkenti olarak ilan edilen Van kentinde düzenlediği görülmüştür . Başkent Ankara’dan çok uzak bir düzeyde yapılan bu toplantıda İstanbul ile Doğu bölgesinin temsilcisi olan bazı sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri de katılmış ve bölgenin geleceği İstanbul merkezli bir bakış açısı ile Ankara ‘dan gelebilecek temsilciler devre dışı bırakılarak ve en önemlisi halen Türkiye’nin en büyük demokratik kitle örgütü olan Atatürkçü Düşünce Derneğinin toplantıya gelmiş olan temsilcileri dışarıda bırakılarak toplantıyla devam edilmek istenmiştir . Atatürk’ün partsinin Atatürkçü Düşünce Derneği’ni dışlayarak böylesine bir bölge toplantısı yapması hem bölgede hem de ulusalcı ve cumhuriyetçi kamuoyunda ciddi tedirginlikler ve kuşkular yaratmış ve “nereye gidiyoruz “ sorularını öne çıkarmıştır . Atatürk’ün devlet modelini savunması gereken Atatürk’ün partisi , Doğu Anadolu’ya Atatürkçü bir bakış açısı ile bakması gerekirken ,bu konuda kendisine en fazla yardım yapabilecek düzeydeki ulusal birikime sahip olan Atatürkçü Düşünce Derneği’ni dışarıda bırakarak bölge toplantısını yapmağa çalışması , çok ciddi tedirginliklere neden olmuştur . Bölücü etnik terör örgütüne yakın duran bazı sivil toplum kuruluşları ile bu doğrultuda siyasete yakın duran bazı temsilcilerin toplantıya katılmaları , devleti kurmuş olan Atatürk’ün partisinin Doğu Anadolu’ya Atatürkçü bakış açısından vazgeçtiğine dair tartışmaları de beraberinde kamuoyuna getirmiştir . Doğu Anadolu’nun bütünlüğüne öncelik vermeyen , güneydoğu sorununu Doğu Anadolunun birlik ve bütünlüğü dışında ele alan , Kuzey Irak benzeri bir yeni yapılanmayı çözüm diye Türkiye’nin güneydoğu bölgesine getirmek isteyen bir yaklaşım hiç bir zaman ,Doğu Anadoluyu kurucu önder Atatürk’ün devlet modeline göre değerlendiremiyecektir . Güneydoğu’ya öncelik vererek Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgelerinin dışlanması ya da ikinci planda bırakılması ,bölgeye Erzurum Kongresi sonrasında getirilmiş olan bütüncül bakış açısını ve yaklaşımları ortadan kaldırarak bölücü sonuçlar verebilecektir . Bölücü örgüt yandaşı sivil toplumcular ile , başkent Ankara’ya yüz belediye başkanını bir araya getirerek bölgesel meydan okuyanlar ile Doğu Anadolu’ya bütüncül bir yaklaşım geliştirilemez ve bu nedenle de kalıcı ve Türkiye’nin devlet modeline uygun bir çözüm getirilemez .

Ne var ki , Doğu Anadolu’nun bütünlüğü dışlanarak sadece güneydoğu bölgesinin ele alınmasıyla ancak bölücü örgütün ve Türkiye’yi bölmek isteyen batılı emperyal ve siyonist çevrelerin ekmeğine yağ sürülebilir . İstanbul sermayesinin çıkarlarına geçmişte teslim olan Atatürk’ün partisinin yeni dönem açılımında gene İstanbul merkezli bakış açılarıyla biryerlere gitmeğe çalıştığı ama bunu da başaramıyarak yüzüne gözüne bulaştırdığı görülmektedir .Ankara’dan mal kaçırır gibi İstanbul sermayesinin federasyoncu ve eyaletçi bakış açılarıyla öne çıkarılacak çözüm önerilerie ülkenin birlik ve bütünlüğüne zarar vereceği için , Atatürk’ün partisinin gleneksel tabanı tarafından hiçbir zaman benimsenmeyecek ve beklide genel seçimlerde ciddi oranlarda oy kaymasına yol açabilecektir . Geçen seçimlerde partinin önünü kapayarak iktidara gelmesini önleyen eski genel başkana kızgınlık nedeniyle Atatürkçü tabanın önemli bir kesimi tepkisel olarak milliyetçi partiye oy vererek siyaset sahnesnden dışlanmak istenen bu partiye hayatiyet kazandırmıştı .Adında halk sözcüğü bulunmasına rağmen iş adamı ve sanayici derneklerinden kaynaklanan sermaye politikalarına angaje olan Atatürk’ün partisi bu yüzden kısa zamanda zenginlerin partisi durumuna sürüklenerek ,ve Anadolunun çeşitli bölglerinden dışlanarak zenginlerin yaşadığı sahillerin partisi konumuna sürüklenmişti . Bu durumdan ders alması gereken Atatürk’ün partisi geçen yıl İstanbul merkezli bir yönetim atağı ile karşı karşıya kaldığı için ,genel başkan ve yardımcıları ile genel sekreterin İstanbul temsilcileri olarak siyaset sahnesinde yerlerini aldıkları ve bu nedenle de Türkiye Cumhuriyetinin Atatürk’ten gelen ulusal ve üniter devlet yapısını ikinci plana atmağa ve İstanbul’u yeniden başkent yapacak doğrultuda bölgesel federasyona güneydoğu üzerinden hazırlandıkları anlaşılmaktadır . Büyük sermayenin çıkarları ile ülkenin ve halkın ulusal çıkarlarının ters yönlerde olması ve bu nedenle siyaset sahnesinde önemli ölçülerde çatışmaların öne çıkması dikkate alınırsa ,Atatürk’ün partisinin geçen seçimlerde sahillerden aldığı oylarını bu kez alamıyacağı, ve güneydoğuya öncelik vererek Türkiye’nin bütün bölgelerini karşısına aldığı görülmektedir . Milli sınırlar dışına çıkarak bölgeye yatırım yapmak isteyen İstanbul sermayesi ile güneydoğuda bölücülük yapan partilerin ve örgütlerin çıkarları ,bölgesel federasyon ile eyalet sisteminin oluşturulmasında birbirine paralel görünmekte dir . Bu doğrultuda doğu Anadolu’nun Kürt ve Alevi asıllı insanlarının alet ederek kimliklerini öne çıkaracak bir yaklaşım doğrultusunda güneydoğu sorunu ele alınmağa çalışılmakta ve Türkiye Cumhuriyetinin Atatürk’ten gelen geleneksel Ankara merkezli ulusal ve üniter yaklaşımından uzaklaşılmaktadır . Atatürk’ün devlet modeline olduğu kadar , devlet kuran partinin altı ilkesinden olan ulusalcılık ve cumhuriyetçilik ilkelerine de açıkca ters düşen bu yaklaşımın , güneydoğu halkından oy alabilmek uğruna gündeme getirilmesi önümüzdeki dönemde ciddi handikaplara yol açabilecek gibi görünmektedir . Türkiye Cumhuriyetinin en zayıf döneminde kabül etmediği eyalet sistemi ve federasyona , büyük sermaye çevrelerinin ve batılı emperyal güçlerin çıkarları uğruna şimdi evet demesi eşyanın doğasına aykırı düşmektedir . Zayıf noktada kabül edilmeyen Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldıracak bir siyasal çözümün en güçlü olunduğu aşamada kabül edilmesi gibi bir zaafiyeti hiç kimse Türk halkına açıklayamaz .Batı emperyalizmine karşı antiemperyal bir mücadele sürdürerek bağımsız Türk devletini kurmuş olan Atatürk’ün partisinin yöneticileri ise ,böylesine bir geri adım atmayı hiç kimseye anlatamazlar . Atatürk’ün partisinin doğu bölgelerinden kopmasını yanlış politikalarda ve batı bölgelerinde üslenmiş olan büyük sermayeye teslimiyette aramak gerekirken , gene sermaye merkezlerinin desteği ile güneydoğunun Doğu Anadolu’nun birlik ve bütünlüğünden kopmasına yolaçabilecek federasyon ve eyalet modeli yaklaşımların benimsenmesi Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kalkmasına yol açabilecektir .Atatürk’ün partisinin Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kalkmasına alet olmasını ise hiçbir parti yöneticisi toplumun üçte birini oluşturan Atatürkçü cumhuriyet tabanına anlatamıyacaktır . İktidar partisinin küresel politikalara angaje olan neo-liberal yaklaşımlarının taklitçisi ya da kopyacı bir tutumun sonuç vermesi ise gene eşyanın doğasına ters düşecektir .

Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alan Atatürk Milliyetçiliği kavramı , cumhuriyet devletinin Doğu Anadolu’nun ülkeye kopmaz bağlar ile bağlanmasının ana formülüdür . Türk devletinin anayasasında Türk milliyetçiliği değil ama Atatürk milliyetçiliği devletin temel ilkelerinden birisi olarak benimsenmiştir . Devletin adında “Türk” kavramı vardır ve bu kavram doğrultusunda bir Türk milli devleti kurulmuştur ama , içe dönük bir Türk milliyetçiliği anayasada yer almamıştır . Türk milliyetçiliğinden uzak duran bir Türk devleti ulusal yapıda kurulurken , Anadolu’da yaşayan diğer kökenlerden gelen insanlar da düşünülmüştür . Kendini Türk hissedenler Türk olarak kabül edilmiş , “Ne mutlu Türküm diyene” yaklaşımı ile alt kimlik ya da etnik köken sorunları aşılmağa çalışılmıştır . Ulusal kurtuluş savaşında düşmana karşı beraberce savaşan Anadolu halkı Atatürk”ün tanımı ile Türk ulusu olarak kabül edilmiştir . Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk denileceğini devletin kurucusu bir temel ilke olarak ortaya koymuştur . Bu nedenle Misakı Milli sınırları içinde Türkiye Cumhuriyetinin çatısı altında bir Türk vatandaşı olan herkes Türk olarak kabül edilmiş ve hukuken eşit bir statüde her türlü hak ve özgürlükten yararlanılması serbest bırakılmıştır . Türk devleti Avrupa Birliği sürecinde en üst düzeyde insan haklarını ülkede gerçekleştirebilmek için canla başla mücadele ederken , güneydoğu bölgesinde ayrı bir kimlik oluşturarak böylesine bir kimliğe özerklik tanıyacak çözüm modellerini ya da anayasal güvenceye sahip olan resmi ulusal dil olarak Türkçe’nin yanına ikinci bir dilin getirilmesini ,ayrıca Diyarbakır merkezli bir Kürdistan eyaleti oluşturulmasını çözüm olarak benimsemek Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinden vazgeçmek anlamına gelecektir . Teröristlere af ile terör örgütünün aklanmak istenmesi şehit ailelerini rahatsız ettiği gibi ,Türk kamuoyunda da haklı tepkilere neden olmuştur . Yerel yönetimler özerklik şartının kabül ettirilmesiyle beraber , oluşacak eyalet yapılanması içinde öz savunma gücü adı altında yerel ve bölgesel ordular kurulmasına izin verilmesi ile de iç savaşa gidebilecek bir çatışma ortamının doğmasına yol açılabilecektir . Bölücülerin Avrupa Birliği üzerinden dayattıkları bu gibi önerilerin hiç birisi gerçek çözüm olmadığı gibi beraberinde yeni sorunlar yaratabilecek derecede de tehlikeli görünmektedir . Bölücü partinin temsilcilerinin başında bulunduğu yüz belediyenin ortak hareket etmesi ciddi bir bölgeselleşme eğilimi olarak ,Türkiye’ye açıktan güneydoğu bölgesinde bir eyalet yapılanması dayatılmasına neden olmakta ve bölünme tehlikesini fazlasıyla artırmaktadır . Eğer ciddi bir çözüm geliştirilmek isteniyorsa , kendini bilen hiçbir devletin alet olmayacağı bu gibi senaryolara Türkiye Cumhuriyetinin uzun süre seyirci kalması ve hoşgörü göstermesinin arkasında yatan nedenler üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gerekmektedir . Sabır etmenin sonunun selamet mi yoksa ,felaket mi olduğu önümüzdeki dönemde görülecektir .

Güneydoğunun bölünmesiyle ilgili bütün toplantılar yeni başkent ilan edilen Diyarbakır’da yapılmaktadır . Atatürk’ün partisinin doğu sorunları ile ilgili çalıştayı ise muhtemel büyük Ermenistan dvletinin başkenti olarak ilan edilen Van kentinde düzenlenmiştir . Doğu Anadolu’nun geleceği ile ilgili toplantıların Diyarbakır ya da Van üzerinden Kürdistan ile Ermenistan’ın oluşumuna yönelik gündeme getirilmesi ise son derece düşündürücüdür . Atatürk’ün partisinin Doğu Anadoluya Van üzerinden bakması ise , İstanbul üzerinden bölgeye yönelik estirilen eyalet ve federasyon yaklaşımlarının bazı gayrimüslim sivil toplum kuruluşları ile cemaatların devrede olduklarını göstermektedir . Doğu Anadolu’ya Van ya da Diyarbakır üzerinden bakmanın ya da yaklaşmanın bölücü sonuçlar verdiğinin kesinleştiği bu aşamada , cumhuriyet tarihimizin ortaya koymuş olduğu gerçekler doğrultusunda ikinci bir Erzurum Kongresine büyük gereksinim vardır . Sevr haritası ya da Wilson prensipleri doğrultusunda bölgeye parçalı yapıyı dayatan Atlantik emperyalizmi ve İsrail siyonizmine karşılık ,Türkiye Cumhuriyetinin bütüncül ve üniter yapısını , ulusal bakış açısını yansıtacak yeni bir Erzurum Kongresi ile doğu Anadolu’nun sorunları ele alınabilmelidir .Şimdi Atatürk’ün partisine düşen görev , Atatürkçü Düşünce Derneği ile beraber günümüz koşullarındaki Atatürkçü bakış açısını bütün doğu bölgesine yansıtacak ikinci bir Erzurum Kongresini Türkiye’nin Doğu Anadolu’sunun merkezi olan Erzurum’da yapmak olmalıdır . İkinci Erzurum Kongresi ile ,Doğu Karadeniz,Doğu Anadolu ve Güneydoğu bölgeleri bir bütün olarak ele alınmalı ve sorunları böylesine bir bütünlük içerisinde tartışılarak karara bağlanabilmelidir . Ancak o zaman emperyalislerin yerli işbirlikçileri ile dayattıkları bölücü ve mandacı çözüm önerilerinden Türkiye kurtulabilecektir . Şmdiye kadar Türkiye’ye dayatılan baskı ve zor layı yöntemlerin sonuç vermediğini artık emperyal merkezlerin görmesi ve Türkiye’yi yeniden kazanacak yaklaşımların gündüme getirilmesi gerekmektedir . Türkiye’nin geleceği açısından Doğu Anadolu’nun öncliği vardır . Bu nedenle tıpkı geçen yüzyılın başlarında olduğu gibi yeni bir Erzurum Kongresi ile Doğu Anadolu Atatürkçü bakış açısıyla ele alınabilmelidir . Ondan sonra ise gerekirse yeni bir Sivas Kongresi daha toplanarak her şey Türk ulusunun değerli temsilcilerinin önünde tartışılarak yeniden karara bağlanabilir .

ANKARA KALESİ-93 "NASYONEL ENTERNASYONEL" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN (Ankara, 10.02.2011 // 10 Şubat 2011) -Birinci dünya savaşına giden yolda ,batının büyük ulus devletleri yüzyıllarca beş kıtayı sömürgeler aracılığı ile sömürdükten sonra kendi aralarında kavgaya sürüklenmişler ve bu nedenle , merkezi coğrafyayı ele geçirme kavgası içine düşmüşlerdir.

ANKARA KALESİ-93
"NASYONEL ENTERNASYONEL"
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 10.02.2011

Soğuk savaşın sona ermesinden sonra ortaya çıkan yeni dünya düzeni arayışı döneminde kapitalist emperyalizm bütün dünyaya egemen olmaya yönelmiş ve bu doğrultuda yirminci yüzyıldan gelen ulus devletleri karşısına almıştır . Birinci dünya savaşına giden yolda ,batının büyük ulus devletleri yüzyıllarca beş kıtayı sömürgeler aracılığı ile sömürdükten sonra kendi aralarında kavgaya sürüklenmişler ve bu nedenle , merkezi coğrafyayı ele geçirme kavgası içine düşmüşlerdir .Batı Avrupa’nın Atlas okyanusu kıyısında yer alan üç büyük ve üç küçük ülke kurdukları sömürge imparatorlukları aracılığı ile Avrupa merkezli bir dünya düzenini kurmuşlar ve beş yüz yıla yakın bir dönem kendilerinin egemenliğinde bu yapıyı sürdürmüşlerdir . Sanayi devrimi üzerine bu büyük devletlerin fazlasıyla güçlenmesi ve batı Avrupa ülkelerine karşı olarak Avrupa’nın merkezinde Almanya ve İtalya gibi iki büyük devletin ulusal birliklerini geç kalarak tamamlamalarıyla dünya tablosu değişmiş batı Avrupa ile orta Avrupa ülkeleri arasında sömürge kavgaları başlamıştır . İşte bu aşamadan sonra İngiltere ve Fransa Orta Doğu’ya gelmişler ,Osmanlı ülkesini işgal etmeğe başlayınca karşılarına kuzeyden gelmekte olan Rusya çıkmış ,Almanya Balkanlar üzerinden Karadenize ,İtalya ise Akdeniz üzerinden Kuzey Afrika’ya yöneldiği aşamada Birinci Dünya Savaşı çıkmıştır .


ENTERNASYONAL // ENTERNASYONEL

O dönemin sömürge imparatorlukları ile merkezi coğrafyanın üç imparatorluğu olan Osmanlı,Rus ve Avusturya imparatorluklarının karşılaşması sonucunda dünya yirminci yüzyıla Birinci Dünya Savaşı ile girmiş , Batı Avrupa İmparatorlukları ile doğu imparatorlukları karşı karşıya gelmişler ve bu aşamada büyük bir savaş çıkınca doğunun büyük imparatorlukları yıkılmıştır . Fransız devrimi ile başlayan milliyetçilik akımları Avrupa’nın doğusuna da sıçramış ,Osmanlı imparatorluğu Balkanlar üzerinden gelen milliyetçilik akımları ile Balkanizasyona uğrayarak dağılmış , aynı milliyetçilik rüzgarları Rus İmparatorluğunu da tehdit etmeğe başlayınca ,bu aşamada sosyalist bir devrim gerçekleşmiş ve eski Rus coğrafyasında bu kez ideolojik bir imparatorluk olarak Sovyetler Birliği yapılanması oluşturulmuştur . Sosyalist devrim sonrasında dünyada batı ve doğu blokları oluşmuş ve iki kutuplu dünyada dengeler kapitalizm ve sosyalizm arasında kurulmağa çalışılmıştır . Yirminci yüzyıl bir anlamda bu iki ideolojinin çevresinde oluşturulan kampların birbiriyle rekabeti ile geçmiş ve yüzyılın sonlarına doğru ABD ile SSCB başkanları arasında başlatılan görüşmeler dizisi sonucunda ,Rusya Federasyonu kurucusu olduğu Sovyetler Birliği’nden çekilme kararı alınca sosyalist sistem dağılmıştır . Böylece batı kapitalist sistemi karşı kutbu tasfiye edince dünya tek kutuplu bir döneme doğru sürüklenmeğe başlamıştır . İçine girilen yeni dönemde batı bloku ,Amerika Birleşik Devletlerinin soğuk savaş döneminden gelen patronajı altında yeni bir küresel imparatorluğu soyunduğu aşamada ,sosyalist enternasyoneli tasfiye eden batı kapitalist sisteminin ,küresel bir hegemonya düzeni arayışı doğrultusunda kapitalist bir enternasyoneli ortaya çıkardığı görülmüştür . Bugün yaşanmakta olan batı merkezli küreselleşme sürecinde ABD merkezli ve bu büyük devletin gücünden yararlanan bir süper yapılanmada ,kapitalist enternasyonelin giderek öne çıktığı ve batının büyük patronlarının bütün dünyayı babalarının çiftliği gibi yeniden sömürgeleştirmeğe başladıkları görülmektedir .

Batılı devletler ile başlayan ve batı merkezli tekelci şirketler ile devam eden küresel saldırganlık döneminde , kapitalizm sosyalizmi ortadan kaldırdıktan sonra yeni aşamada ulus devletleri karşısına almaktadır .Yirminci yüzyıla girerken dünya haritasında yirmi devlet bulunurken ,bugün yirmi birinci yüzyılın başlarında dünyada iki civarında ulus devlet vardır . Bir yüzyıl içerisinde devlet sayısı yirmiden ikiyüze çıkmış ,geleceğe doğru da sürekli olarak artmaktadır . Birinci Dünya Savaşı sonrasında dağılan Osmanlı ve Avusturya imparatorluklarının topraklarında bir çok yeni devlet kurulmuştur . Böylece ,ilk dünya savaşı sonrasında başlayan uluslaşma sürecinde devlet sayısının savaş sonrasında ikiye katladığı görülmektedir . İkinci dünya savaşı sonrasında ise Birleşmiş Milletlerin kurulmasıyla beraber sömürgelerin uluslaşması dönemine geçilmiş ve ikinci dönem uluslaşma aşamasında ,Avrupa devletlerine bağlı olan beş kıtadaki sömürgelere bağımsızlık verilerek devlet sayısının birden elliden ikiyüze çıktığı görülmüştür . Soğuk savaşın sona ermesinden sonra ise üçüncü dönem uluslaşma aşamasında Sovyetler Birliğinin ve Yugoslavya Federasyonunun dağılması üzerine de ulus devlet sayısı iki yüz yirmiye çıkmıştır . Bugün Birleşmiş Milletler çatısı altında iki yüz yirmi ulus devlet barınmakta ve uluslar arası alanda devletlerarası ilişkileri kendi çıkarları doğrultusunda yürütmektedirler . Bir anlamda geçen yüzyıldan kalan ulus devletler çağı devam etmektedir . Ne var ki , batının en büyük sermaye sahiplerinin bir araya gelerek oluşturdukları kapitalist enternasyonel yapılanması giderek öne çıkınca bu kez kapitalist emperyalizm ile ulus devletler karşı karşıya kalmaktadırlar . Bugün yaşanmakta olan bütün siyasal , sosyal ve sorunların temelinde yatan bu büyük çelişkidir .Böylesine büyük bir çelişkinin sosyalist sistemi dağıtması ve sosyalist devlet yapılarını ortadan kaldırmasından sonra şimdi gelinen bu aşamada ,kapitalist enternasyonelin şimdi de ulus devletleri hedef alarak bütün dünya uluslarına karşı yeni bir emperyalist saldırıyı küreselleşme görünümü altında örgütlemeğe çalıştığı anlaşılmaktadır . Sosyalizmin yokolması ve bu ideolojiye bağlı devlet yapılarının tasfiye edilmesinden sonra şimdi de milliyetçilik ya da ulusalcılık anlamındaki batı dillerinde var olan bir kavram olan nasyonalizme dayanan ulus devletlerin tasfiyesine sıra geldiği görülmektedir . Karl Marx’ın deyimi ile büyük sermayenin çekirdek yapılanması olan finans kapital ile ulus devletler karşı karşıya kalmışlardır .

Nasyonalizm kavramı bütün batı dillerinde yer alan ve genel anlamda kullanılan bir sözcüktür . Bu açıdan ,Fransız devriminin başlamasıyla beraber bütün batı ülkelerinde öne çıkmış ve batının devlet yapısını ulusal bir oluşuma dönüştürmüştür . Kardeşlik,eşitlik ve özgürlük kavramları ana ilkeler olarak kabül edilirken , bu kavramlar doğrultusunda başlamış olan toplumsal dayanışma hareketi bütün halk kitlelerinin kısa bir zaman dilimi içerisinde uluslaşmasına giden yolu açmıştır. Ulus gerçeği böylece dünya gündemine girerken krallıklar kendiliğinden ulus devletlere dönüşmüş ,büyük imparatorluklar hızla tırmanan milliyetçilik akımları ile sarsılırken ortaya çıkan yeni ulus devletler büyük imparatorlukların eski topraklarını parçalayarak dünya haritasındaki yerlerini almışlardır . Birinci,ikinci ve üçüncü kuşak uluslaşma dönemleri sonrasında dünya haritasında ortaya çıkan tabloda ikiyüzü aşkın ulus devletin beş kıtada yer almasıyla günümüzün dünya haritası ortaya çıkmıştır . Daha önceki dönem olan soğuk savaş koşullarında Sovyet devriminden yola çıkan sosyalist devletler olmasına rağmen ,sosyalist sistemin tasfiye edilmesiyle beraber ortaya çıkan tabloda artık Birleşmiş Milletlere üye olan iki yüzü aşkın bir ulus devletler haritası ile insanlık karşı karşıya bulunmaktadır . Sosyalist sistemi dağıtarak Sovyetler Birliği gibi tarihin gördüğü en büyük imparatorluk yapılanmasını geçmişte bırakan enternasyonel kapitalist güç şimdi evrensel alanda ulus devletler ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır .

Sovyetler Birliği dağılırken , uluslar arası alanda SSCB öncülüğünde oluşturulmuş olan sosyalist sistem tasfiye edilirken böylesine küresel bir yapılanmada uluslarası bir gücün etkili olduğu ve bu büyük dönüşümü yönlendirdiği anlaşılmaktadır . Sömürgelerden gelen büyük zenginlikler önce Avrupa’da ve daha sonra da Amerika Birleşik Devletlerinde büyük zenginler yaratınca , bunların bir araya gelerek sahip oldukları büyük sermayeyi korumak üzere örgütlendikleri görülmüştür . Bu doğrultuda adımlar atılırken ,batının önde gelen zenginlerinin desteği ile ,ihtilalci sendikalist hareketlere kalkışan işçi ve emekçi sınıflarının kapitalistlerin sermayelerini el koymalarını önleyebilme amacıyla uluslar arası alanda siyasal bir düzene bağlanması doğrultusunda sosyalist enternasyonel yapılanmaları açıkca teşvik edilerek desteklenmiştir . Bir yanda Sosyalist Enternasyonel çatısı altında dünyadaki emekçi ve işçi kitleleri örgütlenirken diğer yanda da sermaye sahibi patronlar daha örgütlü bir yapılanmaya giriyorlardı .Batı ülkelerinde kapitalist sistem emperyalizm ve sömürgecilik üzerinden gelişirken sosyalizm de Sosyalist Enternasyonel üzerinden uluslar arası alanda bir sisteme doğru yaygınlık kazanıyordu . İşte böylesine evrensel bir oluşumun sonucunda Rusya’da Sovyet devrimi yapılıyor ve sosyalizm batı kapitalizminin karşısına ikinci bir evrensel kutup yapılanması olarak çıkıyordu .İki büyük dünya savaşı ve soğuk savaşın geride bırakılmasıyla beraber yirmi birinci yüzyıla girme aşamasında bu evrensel sistemin çökertildiği ve yeni yüzyılda dünyanın batı emperyalizminin hegemonyasında küresel bir imparatorluğa yöneltildiği görülmüştür . Yoksul ve geri kalmış Asya ve Afrika ülkeleri yirminci yüzyılda sömürge olmaktan çıkarak bağımsız devlet yapılanmasına yöneldikleri aşamada sosyalist sisteme dahil olmuşlar ama bu yapının da aynı yüzyıl içinde çökmesi üzerine ,eski sömürgeler zaman içerisinde uluslaşarak ulus devletlere dönüşmüşlerdir .

Sovyetler Birliğinin tasfiyesi üzerine Sosyalist Enternasyonel düzeni çökerken , Almanya’ya karşı oluşturulmuş olan gizli dünya devleti yapılanmasının ,zaman içerisinde bu ülkeyi de içine alarak daha güçlü bir kapitalist örgütlenmeye gittiği ve bir anlamda tıpkı Sosyalist Enternasyonel gibi küresel bir güç olarak ortaya çıktığı anlaşılmaktadır . Legal ve illegal olarak iki yönden gelişen bu yapılanmada ,yuvarlak masa toplantılarından başlayarak Dünya Ekonomik Forumuna kadar giden yolda birbirini destekleyen ve bütünleyen yeni örgütlenmeler ile ,bugün insanlığın karşısına en büyük patronların klübü olarak kapitalist enternasyonel çıkartılmıştır . Küresel zenginler ,tekelci şirketlerin çatısı altında bütün dünyayı yeniden sömürgeleştirirlerken sosyalist sistemin sağlamış olduğu bütün dengeleri yıkarak geride kalan ulus devletlerin üzerine saldırmışlardır . Sosyalist sisteme bağlı eski Halk Cumhuriyetleri yeni dönemde bağımsız ulus devletler olarak dünya sahnesine çıkarlarken ,gelişen medya üzerinden batılı ülkeler gibi yaşamağa heveslenirlerken birden küresel tekelci şirketlerdin saldırılarına uğramışlar ve yeni sömürgeler olarak ciddi bir yaşam savaşının dibine sürüklenmişlerdir . Dışa açılma ya da batıya açılma kampanyaları küresel sermayenin güdümündeki medya organları tarafından pompalanırken ,yoksul ülkeler batılı gibi yaşamaya heveslendirilmiş Amerikan tarzı yaşam biçimi kültür emperyalizmi doğrultusunda bütün dünya ülkelerine empoze edilmiş ,sonunda yoksul ve küçük ulus devletler ya kumarhaneye , ya batakhaneye ya da kerhaneye çevirilmişlerdir . Eline parayı geçiren batılı patronlar eski sosyalist devletleri devlet olmaktan çıkarırlarken ,halklarını da yeni köleler konumuna sürüklemekten çekinmemişlerdir .Eski sosyalist ülkeler ile Asya ve Afrika’nın küçük ya da orta boy ulus devletlerine bakıldığı zaman böylesine olumsuz sahneler ile karşılaşılmaktadır . Küreselleşme görünümü altında yeniden sömürgeleşme ve insanlık dışı köleleşme eski üçüncü dünya ülkelerine hak görülürken , küresel sermayenin güdümündeki medya organları ve tatlısu sivil toplumcuları ağızlarından insan hakları ve demokrasi gibi kutsal kavramları düşürmeden kapitalist enternasyonele hizmet eden batının büyük patronlarının Truva atları olarak devreye girdikleri ve azgelişmiş ülkeler üzerinde kamuoyunu batı blokunun çıkarları doğrultusunda yanıltarak etkili olmağa çalıştıkları görülmüştür .

Sosyalist sistemin sağlamış olduğu evrensel dayanışma ortadan kalkınca ,batı emperyalizmi daha da vahşileşmiş ve büyük patronlar bütün dünyayı babalarının çiftliği gibi hem yönlendirmeye hem de kullanmaya başlamışlardır . Gizli dünya devletinin legal kuruluşları olan Dünya Ekonomik Forumu,Bilderberg grubu, Üçlü Komisyon ve Dış İlişkiler Komisyonu gibi oluşumlar küresel bir dayanışma içerisinde daha hızlı ve aktif çalışarak bütün dünyayı kapitalist enternasyonelin hegemonysına sokmağa çalışmışlar , dünya devletinin illegal boyutunda görev yapan Opus Dei,İllimünati ve Siyon Kardeşleri ile Tapınak Şövalyeleri de eskisinden daha etkili doğrultuda evrensel alanı kendi oyun bahçelerine çevirmişlerdir . Legal ve illegal boyutlarda bir batı hegemonyasının kapitalist enternasyonel olarak bütün dünya ülkelerine dıştan zorla dayatılması sürecinde dünya halkları fazlasıyla ezildiği gibi insanlığın üçte biri açlık ve yoksulluk sefaletinin altında ezilmişlerdir . Koskoca Afrika kıtası verimli topraklarına rağmen açlıktan kırılırken , bu kıtayı besleyecek maddi birikimin birkaç misli fazlası tekelci silah şirketlerine para kazandırma doğrultusunda silahlanma yarışına ayırılabilmiştir . Bir çok ülkede isyanları ve halk ayaklanmalarına giden provakasyonların açıkca kapitalist enternasyonelin emrinde görev yapan gizli dünya devletinin illegal örgütleri aracılığı ile düzenlendiği bir çok olaydan sonra anlaşılmıştır .Bütün insanlığı tehdit eden bir çok gelişmenin arkasında bu gizli dünya devletinin illegal örgütleri olduğu kesinlik kazanınca , dünya nüfusu azaltmak üzere yeni mikropların üretilerek yoksul ülke halklarının kitlesel kırımlar ile tasfiye edilmesi operasyonlarının arkasında bile kapitalist enternasyonelin parmağı olduğu kesinlik kazanmıştır . Kitlesel insan ölümlerine neden olan Sars ya da Aids gibi mikropların Asya ve Afrika ülkelerinde değil ama batılı emperyalist ülkelerin laboratuarlarında yetiştirilerek bütün dünya ülkelerine dağıtıldıkları anlaşılmıştır . Nüfusu azaltarak daha rahat bir dünyada yaşayabilmenin yollarını ararlarken ,mikrop üretmek kadar yeni dünya savaşları çıkartmak gibi senaryoları da ,küresel emperyalizmin patronları ihmal etmemişlerdir .

Dünyanın patronları yerküreyi babalarının çiftliği gibi düzenleme hakkını kendilerinde görürlerken , dünya nimetlerini uluslar ya da halklar ile bölüşmeğe razı olmamışlar , yoksul ülkeleri yok olmağa mahkum etmişlerdir . Bu doğrultuda geliştirdikleri ekonomik politikalar ile İMF,Dünya bankası ve Dünya Ticaret Örgütü üzerinden emperyal politikalarını sanki dünya ülkelerini kurtaracak ekonomik projeler olarak dıştan zorla benimsetmeğe çalışırlarken ,bu kuruluşların patronajı altına giren ülkeler hızla çökme aşamasına doğru sürüklenmişler ve yeni sömürgeciliğin batağında ciddi bir yaşam mücadelesine doğru itilmişlerdir . Böyle bir durumda halklar ezilirken ulus devletler parçalanma noktasına getirilmiş , Endonezya ya da Sudan gibi söz dinlemeyen ve batı emperyalizmine karşı açıkca direnen ülkeler etnik ve dinsel alt kimlikler kullanılarak parçalanmışlardır .Yugoslavya gibi bir büyük federasyonun parçalanmasında kullanılan bu alt kimlikçi projeler ile yeni küçük ulus devletler yaratılırken ,başta Türkiye gibi bütün ulus devletler tıpkı Yugoslavya’nın dağılmasına benzer bir parçalanma sürecine doğru batı insiyatifinin zorlamaları ile sürüklenmek istenmiştir . Küreselleşme döneminin başlamasıyla beraber bu sürecin esasları ve modeli yaşanan ve birbirini doğrulayan bir çok olay ve siyasal gelişme ile beraber kesinlik kazanmıştır . Artık her ulus ve herkes demokrasi,insan hakları ve küreselleşme gibi sihirli ve kutsal kavramların arkasında bölünme parçalanma ve ulus devletlerin yok olması gibi gizli oyun ve senaryoların bulunduğunu görebilmektedir . Böylesine bir oyuna gelen zayıf ve küçük devletler iyice ezilme ve yok olma noktasına sürüklenmekten kendilerini kurtaramamaktadırlar . Balkan,Kafkas ve Baltık bölgelerinin küçük devletlerinin yok olma noktasına gelen bir büyük ezilmenin sancılarını yaşadıkları açıkca görülmektedir . Önce topraklarını ,sonra ekonomik kuruluşlarını ve yer altı zenginliklerini küresel şirketlere kaptıran bu küçük devletçikler günümüzde eski günlerini arar hale gelmişlerdir .

Kapitalist enternasyonel çatısı altında bir araya gelen bütün illegal gizli dünya devlet yapılanmalarıyla beraber legal düzeyde sürdürülen ekonomik görünümlü küresel kapitalist sistem gelinen bu aşamada bütün dünyayı bir büyük ekonomik yapılanma içerisinde birleştirmeğe çalışırlarken ,süper emperyalizm olarak kapitalist enternasyonel düzenini iki yüzü aşkın ulus devlete kendilerine bağlı olarak çalışan uluslar arası kuruluşlar üzerinden zorla ve baskıyla ,gerekirse şantaj yolları ile tehdit ederek empozelerini sürdürmektedirler . Ne var ki , Birleşmiş Milletlerin yerini almak üzere oluşturulan Dünya Ticaret Örgütü çatısı altında bir küresel dünya ekonomisi yaratamayan batılı emperyal güçler bu kez tek kutuplu kapitalist enternasyoneli tüm ülkelere kabül ettiremeyince ,bu platformda batıya karşı çıkan dört büyük devletin öncülüğünde çok kutuplu bir dünya sahnesi ortaya çıkmıştır .Bric ülkeleri adı verilen Brezilya,Rusya,Çin ve Hindistan sahip oldukları büyüklükleri batı karşıtı bir çizgide birlikte kullanarak ,batı emperyalizminin bütün dünyayı sömürgeleştirmesinin önüne geçmişlerdir . Böylece ulus devletleri yok etmeye yönelik küresel emperyal politikalar durmuş ,dört büyük dünya devleti işbirliği yaparak daha adil bir dünya yaratılması doğrultusunda batı emperyalizminin önüne keserlerken ,ulus devletler yeniden nefes almağa başlamışlardır . Ne var ki , glinen bu aşamadaki çok kutupluluğu küresel sermaye bir türlü kabül etmek istememiş ve bütün dünya ülkelerine karşı sopa ve silah olarak kullandığı Amerikan devletinin öncülüğünde bir G-20 zirvesi icat ederek , batının zengin ülkeleriyle beraber batıya meydan okuyan yeni kutup başı büyük ülkeleri ve bunları dengeleyecek orta büyüklükteki Türkiye,Endonezya , Güney Afrika ya da Nijerya gibi devletleri de devreye sokarak çokluluk içerisinde yeni dengeler yolu ile eski batı hegemonyasının sürdürülebilmesinin yolları aranmıştır . Çin büyük bir süper güç olarak dünya sahnesine çıkarken Brezilya ,Rusya ve Hindistan sahip oldukları ülke,nüfus ve ekonomik büyüklükleri aracılığı ile yeni dünya dengelerinde öne geçmeğe başlamışlardır . Tam bu aşamada orta büyüklükteki İran devleti bir problem olarak dünya sahnesinde batının hedefi konumuna gelmiş ve bu ülkeyi ulus devlet yapılanmasından çıkartacak derecede yeni bir Yugoslavya benzeri dağılma senaryosu Türkiye’de olduğu gibi devreye sokulmağa çalışılmıştır . g-20 zirvesinin zaman içerisinde etkili olamaması ,yeni kutup başlarıyla batı emperyalizmini karşı karşıya getirmiş ve bu aşamada dünyanın merkezi bölgesinde yer alan bütün ülkeler bir doğu batı çekişmesine ve çatışmasına sahne olmaya başlamıştır .

Doğu ve güney bölgelerinin büyük devletlerinin yeni kutup başları olarak devreye girmesiyle beraber , batı dünyasında oluşan gizli dünya devleti yapılanmasının ekonomi üzerinden bir evrensel kapitalist enternasyonele yönelmesi sürecinin durgunluk aşamasına geldiği görülmektedir . İşte tam bu aşamada batı hegemonyasının bu yeni durumu kabül etmek istemediği ve yeni saldırı planları ile beraber büyük devletleri parçalayarak devre dışı bırakmak istediği ve aynı doğrultuda ulus devletleri de pasifize etmeğe çalıştığı açıkca belli olmuştur . Bu durumda bütün ulus devletlerin kendilerini toplayarak düşünmelerinin zamanı gelmiştir . Daha önceleri milliyetçilik akımlarını desteleyerek imparatorlukları yok eden kapitalist enternasyonel ,sosyalist sistemi bir süre için dünya dengelerinde kullandıktan sonra tasfiye etmiş ve ortaya çıkan yeni dünya haritasındaki ulus devletleri hedefine oturtmuştur . Artık küreselleşme döneminde küresel batı emperyalizminin patronu olan kapitalist enternasyonel ile dünya devletleri ve ulusları karşı karşıya gelmişlerdir . Artık bir canavar olma düzeyine erişen kapitalist enternasyonelin bütün ulus devletleri yok etme ya da yutma aşamasına geçilmektedir . Böylesine büyük bir komplo ile karşı karşıya kalan ulus devletlerin kendilerini korumağa öncelik vermeleri zorunludur . Her ulus devlet kendisini yok etmek ,satın almak ya da tasfiye etmek üzere ekonomi üzerinden üstüne gelen küresel şirketlere ve onların arkasındaki kapitalist enternasyonele karşı acilen kendilerini koruyucak milli programlara , devletlerini ve ülkelerini güçlendirecek milli idari reformlara gereksinmeleri bulunmaktadır . Bu nedenle her ulus devletin önceliği milli programlara vererek ve kapitalist enternasyonel canavarının kendilerini yutmasını önleyecek bir ulusal insiyatif göstererek yeniden güçlenme yoluna acilen girmeleri gerekmektedir . Bu çerçevede ,her türlü İMF,Dünya Bankası ya da Dünya Ticaret Örgütü plan ve programlarına son verilmesi gerekmektedir . Uluslar arası kuruluşların batı yönlendirmesi projelerine artık ulus devletlerin alet olmamaları gerekmektedir ,aksi takdirde yok olmaktan bir türlü kurtulamamaktadırla

Avrupa Birliği gibi batı modeli bir bölgeselleşme oluşumunda bile yerel yönetimler özerklik şartı adı altında ,Avrupa’nın ulus devletlerini parçalayarak bölecek ve eyalet devletçiklerine sürükleyecek oluşumların önü bir türlü kesilememekte ve bu doğrultuda giderek büyümekte olan bazı kentler kendi ülkelerindeki başkentlere ve başkentteki kurulmuş olan üniter ve ulusal devlet yapılarına başkaldırmağa başladıkları görülmektedir . Türkiye’de de batının Truva atı konumundaki bazı gayrimüslim lobiler , açıkca İstanbul’u başkent Ankara’nın önüne çıkartarak ulus devleti tehdit edebilmektedirler .Avrupa kıtasındaki ulus devletleri ortadan kaldırmak isteyen kapitalist enternasyonel batı blokunun bir parçası olan Avrupa’daki ulus devletlerin parçalanmasını bile açıkca destekleyebilmektedir . Bu yüzden bir türlü Avrupa Birliği gerçekleşememekte ama küresel sermayenin postmodern ortaçağ senaryolarındaki gibi , Avrupa’yı beşyüz önceki kent devletlerine doğru sürüklenmek gibi bir kader beklemektedir . Avrupa kıtasında ulus devletler kendilerinden vazgeçmeyince bölgesel birlik olarak Avrupa birliği gerçekleşememiş ve bunun yerini kapitalist enternasyonelin devreye soktuğu yarışan kentler senaryosundaki kent devletleri oluşumu yerelleşme görünümü altında öne çıkarılmağa başlanmıştır . Her sene bazı kentlerin kültür ,ekonomi ya da Avrupa başkenti seçilmelerinin arkasında yatan oyun ya da senaryo , kentleri başkentlere bağımlı olmaktan kurtarmak ve yerel yönetimler aracılığı ile ,kapitalist enternasyonelin denetimi altında bir büyük dünya devleti yapılanmasını kapitalist enternasyonelin merkezinde bulunacağı küresel konfederasyon çatısı altında kent devletlerinin birlikteliği doğrultusunda gerçekleştirebilmektir . Finans kapitalin sahiplerinin ve büyük patronların geleceğe dönük dünya senaryosu artık kapitalist enternasyonel olarak kesinlik kazanmıştır .Bu senaryoda uluslar,ulus devletler ve dünya halkları yoktur ,sadece büyük patronların çıkar düzeni ve onların keyfiliği altında köleleşen insanlık vardır . İşte bu aşamada dinler devreye sokularak ,böylesine haksız bir düzen yapılanmasına halk kitleleri karşı çıkmasın ya da isyan etmesin diye dinler siyasallaştırılarak din görünümlü baskı ve uyutma siyasetleri öne çıkarılmakta ,ve bütün insanlık yeniden bir ortaçağ düzenine doğru zorlanırken postmodernizm adı altında dinsel düzenler bilime dayalı ulus devlet yapılanmalarının tasfiyesinde kullanılmaktadırlar . Dini siyasete alet eden kesimler ,kapitalist enternasyonelin dünya devletlerini ve uluslarını yok etme planlarına alet olmaktadırlar . Bazı dindar kesimler bu duruma iyiniyetle ve safiyane biçimde aracı olurken , emperyalizmin Truva atları konumundaki görevli kadrolar dini siyasallaştırarak hem ulusal yapıların hem de ulus devletlerin ortadan kalkmasına biinçli olarak yardımcı olmaktadırlar .Artık dünya uluslarının uyanmalarının ve dinin kullanılmasıyla yoksul kitlelerin uyutulmasının önüne geçilmesinin zamanı gelmiştir .Her ulusun çinde bulunulan bu aşamada yeniden bir durum değerlendirmesi yaparak kendisini koruyacak ve güçlendirecek alternatif yapılanmalara yönelmesi gerekmektedir .

Ne var ki , artık ulusların kapitalist enternasyonel gibi güçlü bir küresel emperyal örgütün saldırılarına karşı kendini tek başına koruyabilmesi mümkün görünmemektedir . Bu nedenle ,her ulus devlet kendisini güçlendirecek milli idari reformları yaptıktan sonra acilen komşu ulus devletler ile bir araya gelerek kendiliğinden bir dayanışma içerisinde bölgesel birliklere ve ittifaklara yönelmek durumundadır .Ancak bölgesel güç birliği ile hem ulusal yapılar hem de de ulus devletler korunabilecektir . Böylece ulus devletleri parçalayarak yürütülmek istenen kapitalist ve emperyalist küreselleşme programının yerini , ulus devletlerin bölgesel dayanışmalarıyla gerçekleştirilecek bir dayanışmacı küreselleşme süreci alternatif ve daha adil ve dengeli bir yol olarak alabilecektir . Bu doğrultuda emperyalist küreselleşme yerine solidarist ya da dayanışmacı küreselleşme ulus devletlerin var olma ya da çıkış yolu olarak devreye girecektir .Böylesine adil,eşitlikçi ve dengeli bir alternatif yapılanma geleceğin dünyasını ulus devletlerin birlik ve kardeşlik dünyasına dönüştürecek böylece bir avuç aşırı zengin patronun kapitalist enternasyonel çatısı altında dünyayı sömürmelerini önleyebilecektir . Ulus devletler bölgesel ve küresel anlamda varlıklarını korumak için dayanışmacı bir yapılanmaya yönelirken , kahpitalist enternasyonelile en üst düzeyde mücadele edebilmek için yeni bir nasyonel enternasyonal kurmak zorundadırlar . Finans kapitalin dünya hegemonya düzeni merkezi örgütlenme olarak nasıl kapitalist enternasyonel biçiminde ortaya çıkıyorsa ,bütün ulus devletler de nasyonel yapılar olarak ,uluslar arası alanda kuracakları evrensel birlikteliği kapitalist enternasyonele karşı bir uluslar birliği ya da dayanışma örgütü biçiminde ama kesinlikle nasyonel enternasyonel olarak ortaya çıkmaları gerekmektedir . Kapitalist enternasyonelin dünya halklarının evrensel örgütlenmesi olan sosyalist enternasyoneli nasıl çökerttiği dikkate alınırsa , ulus devletlerin de küresel tekelci şirketlerin yarattığı finans kapitalin kapitalist enternasyoneline karşı etkili mücadele verebilmek ve varlıklarını koruyabilmek doğrultsunda kesinlikle bir nasyonel enternasyonel kurmaları zorunlu görünmektedir . Ulus devletler bu doğrultuda ya Birleşmiş milletlerin yapısını değiştirerek buuluslararası örgütü bir nasyonel enternasyonele dönüştürebilirler ya da bu doğrultuda tıpkı Sosyalist enternasyonel yapılanmasında olduğu gibi güçlü ulus devletlerin öncülüğünde uluslar arası bir yapılanmaya giderek kendilerini kurtarabilirler . Eğer ulus devletler bu yolda başarılı olurlarsa ,kapitalist enternasyonelin dünya emperyal imparatorluğu projeleri devre dışı kalır ve onun yerini bütün ulus devletlerin biraya gelerek evrensel kardeşlik düzeni çerisinde beraberce ve ortak işbirliği düzeni içinde yaşayacakları bir dayanışmacı küreselleşmeyle gerçekleşecek, daha insancıl bir dünya düzeni alabilir . Böylesine bir dünya düzeninde insanlığın ortak mirası olabilecek bir Dünya Devleti ,gelinen uygarlık aşamasının ürünü olarak gerçekleştirilebilir . Böylece küresel sermayenin dünya imparatorluğunu hedefleyen üçüncü dünya savaşı gibi tehlikelerin de ve yokolma senaryolarının daha etkili bir biçimde geçilebilir önüne geçilebilir . O zaman bugünün kapitalist enternasyoneline karşı ulus devletler daha fazla zaman yitirmeden , nasyonel enternasyonel örgütlenmesini çıkartabilmelidirler.

ANKARA KALESİ-156 "SİVİL KEMALİZM" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN (Ankara, 14.11.2012 // 14 Kasım 2012) -Birinci dünya savaşı sonrasının koşullarında bir ulus devlet olarak kurulabilmiş olan Türk devleti , ulus devletler çağında gelişerek yaşamış ama ,küreselleşme dönemine geçilmesiyle beraber diğer ulus devletler gibi yeni ortaya çıkan bir çok sorunla uğraşmak zorunda kalmıştır.

ANKARA KALESİ-156 
SİVİL KEMALİZM
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 14.11.2012

Türkiye Cumhuriyeti yirmi birinci yüzyılın içlerine doğru adım atarken ,önemli gelişmeler ve değişiklikler ile karşı karşıya kalmakta ve ortaya çıkan yeni koşullara uyum sağlayarak yoluna devam etmeğe çalışmaktadır . Yirminci yüzyılın dünya haritasına kazandırmış olduğu Türk ulus devleti ,birinci dünya savaşı sonrasında tarih sahnesine çıkarken , o dönemin koşullarına göre bir süreç yaşamış ve o günün koşulları doğrultusunda bir siyasal yapılanma içerisine girebilmiştir .Birinci dünya savaşı sonrasının koşullarında bir ulus devlet olarak kurulabilmiş olan Türk devleti , ulus devletler çağında gelişerek yaşamış ama ,küreselleşme dönemine geçilmesiyle beraber diğer ulus devletler gibi yeni ortaya çıkan bir çok sorunla uğraşmak zorunda kalmıştır . Sovyetler Birliğinin dağılması sonrasında gündeme gelen yeni konjonktür beraberinde eskisinden çok farklı bir yapılanmayı gündeme getirdiği için ,ulusal kurtuluş savaşının önderi Mustafa Kemal’den Türk ulusuna yadigar kalan Atatürk Cumhuriyeti zorlanmağa başlamıştır . İki dünya savaşı arasında kurulmuş olan Türk devleti aynı zamanda bir soğuk savaş dönemi yapılanması olduğu için o dönemin özelliklerini de içinde barındırmıştır . Bir cihan savaşında imparatorluk kaybetmiş olan eski Osmanlı ahalisi , bir ulusal kurtuluş savaşı vererek devletini kurarken hem uluslaşma aşamasına gelmiş hem de bu durumdan yararlanarak kendi ulus devletini kurmuştur . Türkiye Cumhuriyetinin bu nedenle kurucusu olarak öne çıkan hem Türk ulusudur hem de Türk silahlı kuvvetleridir . Bu nedenle , Atatürk Cumhuriyetinin temelinde O’nun düşünce ve ilkelerinden meydana gelen bir Kemalist yapılanma bulunmaktadır . Kemalizm ,savaş koşullarının ürünü olan bir düşünce sistemi olarak , Türkiye Cumhuriyeti ile bütünleştiği için ,bir anlamda devlet ideolojisi olarak görülmüş ve Türk derin devleti gündeme geldiği zaman , Atatürk Cumhuriyeti devletçi bir Kemalizm’in ürünü olarak görülmüştür . Bir başka açıdan ,Kemalist Türk devleti ordunun vasiyeti altında görülmüş ,Atatürk’ün ilke ve düşüncelerinden meydana gelen Kemalizm bir anlamda askeri ve derin devletçi bir yapılanma olarak görülmüştür . Soğuk savaşın gerginlik ortamı ve bloklar arası çekişmelerin merkezi coğrafyada zaman zaman silahlı çatışmalara dönüşmesi ,böylesine bir durumu desteklemiştir . Yirminci yüzyılın koşullarında böylesine bir durum doğal olarak karşılanmış ve fazla üzerinde durulmayarak ciddi bir tartışma konusu yapılmamıştır .

Devletler açısından tarih içerisinde gelişmeler birbirini izledikçe ortaya yeni koşullar çıkmakta ,medeniyet tekerleği döndükçe , eski devletler kaybolup gitmekte , yeni koşulların gündeme getirdiği farklı ortamlarda yeni devletler tarih sahnesine çıkmaktadır . Değişimi iyi izleyen bazı güçlü devletler , değişen koşullarda daha da güçlenme şansını yakalayabilmekte ama , bunu yapamayan bazı küçük ve zayıf devletler çökme süreci içerisine sürüklenerek ortadan kalkmaktadırlar . Geçmişin koşullarına uygun olarak kurulmuş olan devlet yapılarının zaman içerisinde eskiyerek yürüyememesi ,devletler arası rekabet ve çekişmenin rakip devletlerin bazılarını güçlendirmesi ama diğerlerinin de zayıflamasına yol açması sonucunda ,bir çok siyasal yapının çöktüğü ve bu doğrultuda da kendini yenileyemeyen devletlerin belirli bir aşamaya gelince dağılarak yıkıldıkları görülmektedir . Uluslar arası konjonktürün sürekli değişen yönlerini iyi izleyemeyen devletler geçmişte kalırken ,kendini yenileyerek yeni koşullarda daha güçlü bir yapılanma ile yola çıkabilen devletler ise , yeni dönemde öne geçen devletler olarak dünya kamuoyunda etkili ve belirleyici olabilmektedirler . Devletlerin sürekliliği ,değişen koşulların yakından izlenmesine ve bu doğrultuda kendini yenileyerek yola devam edebilmesiyle mümkün olabilmektedir . Türkiye Cumhuriyeti de , bir devlet yapılanması olarak genel kurallara bağlı bir siyasal yapılanmadır . Bütün devletler için geçerli olan koşullar ya da süreçler Türk devleti içinde söz konusudur . Eski koşullarda çok farklı bir yapılanma ile ortaya çıkmış olan bazı devletlerin ,yeni dönemlerde kendilerini yenileyerek yollarına devam edebildikleri görülmekte ,böylesine bir dönüşümü gerçekleştiren devletler uzun ömürlü olma şansını elde ederlerken , geride kalanlar kaybolup gitmekten kurtulamamaktadırlar . Özellikle bir ordu mücadelesi ya da ulusal kurtuluş savaşı gibi çatışmalı ortamlardan kurtularak devletleşebilen siyasal yapılar ,uzun süre ordu ve asker vesayeti altında kalabilmekte ,gergin ortamlar ya da savaş koşullarının ortadan kalkması üzerine gündeme gelen barış ortamlarında ordu ve askerin ötesinde bir yeni yapılanma söz konusu olabilmektedir .

Türkiye Cumhuriyeti , küreselleşme dönemine geçildikten sonra eskisinden çok farklı gelişmeler ve olaylar ile karşı karşıya kalmış ve yeni dönemin barışa yönelen gelişme seyri doğrultusunda ülkedeki demokratik rejim daha da geliştirilerek kurumlaştırılmağa çaba gösterilmiştir . Avrupa gibi uygarlığın beşiği bir kıtanın yanı başında kurulmuş olan Türk devleti , kuruluşunda bir halk yönetimi olarak cumhuriyet biçiminde ilan edilmiş ve daha sonraki yıllarda kuruluş döneminin tamamlanması üzerine demokrasiye geçiş iki kez gündeme getirilmiştir . Ne var ki , ikinci dünya savaşının gelmekte olması soğuk savaş koşullarını daha da sertleştirdiği için ,demokrasiye geçiş bu savaşın sonrasına kalmıştır .Yirminci yüzyılın tam ortasında yapılan genel seçimler ile siyasal iktidar serbest genel seçimler yolu ile el değiştirmiştir . Böylece bir halk devleti olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinin demokratik rejim ile tamamlanarak batı devletlerinde olduğu gibi çağdaş bir ülke olmasına çalışılmıştır . Demokrasiye geçişten sonra yıllar geçtikce , soğuk savaş koşulları daha da sertleşmiş ve Türkiye’nin tam ortasında yer aldığı merkezi alanda emperyal güçlerin hegemonya çekişmeleri sürdürmesi yüzünden Atatürk’ün Türkiye’si hem yoğun bir terör süreci yaşamış hem de bu gerekçe gösterilerek her on yılda bir askeri müdahaleler ile karşı karşıya kalmıştır . Böylesine bir durumun içinde bulunulan uluslar arası konjonktür tarafından bu bölgeye yansıtılması ile iki kutup arasındaki çekişmeleri sertleştirince , batı blokunun desteği ile Türkiye askeri rejimlere sürüklenmiş ve bu durum da devletin kurucusu Atatürk’ten miras kalan ilkelerin bir bütünü olan Kemalizm ile açıklanmağa çalışılmıştır . Sovyetler Birliğine karşı olan batı blokunun Türkiye’yi elde tutmak üzere Nato ittifakı üzerinden desteklemiş olduğu askeri müdahalelerin hepsinin Atatürkçülük ya da Kemalizm adına gelmesi , Türkiye’de Kemalizm isimli , Atatürk ilkelerinden meydana gelen düşünce sisteminin askerci,orducu ya da derin devletçi bir yapılanma olarak değerlendirilmesine neden olmuştur .

Sosyalizm,komünizm,faşizm,liberalizm,sendikalizm gibi bir siyasal düşünce sistemi ya da ideoloji olarak tanımlanacak olan Kemalizm , Türkiye Cumhuriyetini ortaya çıkaran siyasal birikimin ürünü olan bir düşünce sistemidir . Ne var ki , bu düşüncenin ortaya çıkış süreci diğer akımlardan çok farklı olarak hem bir ulusal kurtuluş savaşı , hem de bir ulus devletin kuruluşu ile yakından bağlantılı bulunmaktadır . Bu çerçevede , Kemalizm denilince akla hem Türk ordusu hem de Türk devleti gelmekte ,bu yüzden de Kemalizm Atatürk ilkelerinden meydana gelen bir düşünce sistemi olarak askercilik ve devletçilik suçlamalarından bir türlü kurtulamamaktadır . Türk devleti eleştirilirken ya da tartışılırken , Kemalistlikle suçlanarak Atatürk modelinden gelen siyasal yapısı kötülenmektedir . Ya da Türk Silahlı Kuvvetleri eleştirilirken gene Atatürk’ün ordusu olduğu için Kemalistlik suçlamasından Türk askerleri bir türlü kurtulamamaktadırlar . Yıllarca süren soğuk savaş döneminin istenmeyen bir kalıntısı olarak , Türk devleti,Türk ordusu ve Kemalizm bir üçlü halinde birlikte ele alınarak bunlara kara çalınmakta ve bu üçlü Türkiye’de derin devlet yapılanması yüzünden suçlu çıkartılmağa çalışılmaktadır . Atatürk ilkelerinin bütünleşmiş bir sistemi olan Kemalizm’in , günlük siyasal gelişmeler doğrultusunda ordu ya da devletin hedef olduğu bir takım siyasal olaylar karşısında olumsuz bir biçimde ele alınması bir soğuk savaş dönemi koşullanması olarak , küreselleşme aşamasında da sürdürülmek istenmekte ve bu yüzden de Kemalizm bir türlü hak ettiği olumlu değerlendirmelere kavuşamamaktadır . Türkiye Cumhuriyetine kızan ya da karşı çıkan dış güçler her zaman bu devletin kurucusu Atatürk’ü suçlu bulmaktalar ve aynı doğrultuda da Kemalizm’i yerden yere vurmaktan kaçınmamaktadırlar . Kemalizm soğuk savaş döneminde ortaya çıkan bir düşünce sistemi olması nedeniyle her zaman geçmişten gelen gerginliklerin ve taraflaşmaların hedefi olmakta ,bu yüzden de cumhuriyetin genç kuşakları vatandaşı oldukları devletin kurucu önderini ve onun düşüncelerini olumlu bir çizgide öğrenme şansını elde edememektedirler . Gençler Atatürk’e karşı bir çizgide yetiştirilirken , Kemalizm’de yaşanan bütün olumsuzlukların başlıca nedeni olarak gösterilmekte ve böylece Türkiye Cumhuriyetinin kurucu iradesinin siyasal birikimi devre dışı bırakılarak yok sayılmaktadır . Tamamen tesadüflerin sonucunda ortaya çıkan gelişmeler ,Türk devleti ile beraber Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve bu yapılanmaların düşünsel sistemi olarak Kemalizm’in olumsuz değerlendirmesine yol açmıştır .

Sosyalist sistemin dağılması üzerine soğuk savaş gerginliği geride kalınca ,batı blokundan kaynaklanan bazı yeni gelişmeler uluslar arası konjonktürde öne çıkmağa başlamış ve bu doğrultuda bir çok ülkede askeri rejimler ile diktatörlüklerin tasfiyesine giden yollar açılmıştır . Ayrıca buna paralel olarak bazı demokratik ülkelerde görülen askeri rejimlere de son verilmiş ,böylece orduların kendi devletlerini vesayet altına almalarına eskisi gibi izin verilmemiştir . Ülkelerin silahlı kuvvetleri bu doğrultuda siyaset sahnesinden çekilerek kendi asıl alanları olan güvenlik sahasına doğru yönlendirildiklerinde devlet yapılanmalarında sivilleşme başlamış , kamu makamlarından askeri temsilciler geri çekilirken , askerlerin kendi görevleri dışında kalan diğer kamu hizmetlerinde çalışmalarına eskisi gibi izin verilmemiştir . İlerleyen teknoloji sayesinde ordular küçültülmüş ,son derece gelişmiş silahlara sahip olabilen ulus devlet orduları teknolojisi üstün silahlar ile güçlenirken ,kalabalık askerlerden oluşan ordu dönemi geride kalmağa başlamıştır . İnsan hakları doğrultusunda gündeme getirilen vicdani red hakkı gibi sonradan olma kavramlar ile gençlerin asker olmaları önlenmiş ama teknolojideki hızlı değişimler izlenerek küçük ama güçlü yeni askeri yapılanmalara gidilmiştir . Bu aşamada bir ulus devlet oluşumunun düşünce sistemi olan Kemalizm ile dıştan güdümlü girişimler ile yapısal değişikliğe yönlendirilen Türk Silahlı Kuvvetleri Kemalist düşünce sisteminden uzaklaştırılmağa çalışılmıştır . Türk Silahlı Kuvvetleri Kemal’in askerleri konumundan uzaklaştırılırken ,batı ittifakı çerçevesinde daha üstün bir teknolojik yapılanmaya doğru zorlanarak merkezi coğrafyanın güvenlik devleti konumuna getirilmeğe çalışılmıştır . Avrupa Birliği sürecinde Türkiye demokrasisi geliştirilirken , Kemalizm ve Türk Silahlı Kuvvetleri geri plana atılmış ama , batı blokunun küresel üstünlüğü söz konusu olduğunda Orta Doğu’daki sıcak çatışma noktalarına müdahale edebilmek için gene Türk ordusu kullanılmağa çalışılmış ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda kullanılabilmesi için yeni tür bir Kemalizm geliştirilmeğe çalışılmıştır . Avrupa batısı demokrasinin genişlemesi doğrultusunda Kemalizm’in kaldırılmasını ve Türk ordusunun vesayetine son verilmesini isterken ABD ve İsrail ikilisi ise , Türk ordusunu merkezi alanda kendi çıkarları doğrultusunda kullanmağa dikkat etmişler ve bu yüzden de Kemalizm’i yeni dönemin değişen koşullarında yeniden tanımlamağa çalışmışlardır . Türk devleti açısından da değişen durumlar karşısında benzeri gelişmeler görülmüş,yeni dönemde daha küçük devlet isteği öne çıkarken , bu doğrultuda toplumun üzerindeki devlet etkisi zayıflatılmağa çalışılmıştır . Bu yüzden de Türk devletinin kurucu düşünce sistemi olan Kemalizmin devre dışı bırakılmağa çalışıldığı açıkça öne çıkmıştır .

Yirminci yüzyılın son on yılında beklenmeyen gelişmelerin ortaya çıkması , dünyanın önde gelen büyük devletleri ve güçlerinin merkezi alanı ele geçirmeğe çalışmaları üzerine Atatürk Cumhuriyeti çok zor durumlarda kalmıştır . Bir cumhuriyet devleti olarak kendi içinde demokratik rejimi en üst düzeyde geliştirmeğe çalışan Türkiye Cumhuriyeti ,yeni dönemin koşullarında başka türlü yol ve yöntemler ile yok edilmeğe hedef olunca , işler değişme noktasına gelmiş ,ülke demokrasiyi geliştirerek sivilleşmeğe çalışırken , devlet de gene eskisi gibi kendi güvenliğine öncelik veren yeni girişimlerde bulunmağa başlamıştır . Yeni dönemde Amerika üzerinden küreselleşme ile Avrupa üzerinden Avrupa Birliği süreçleri ile karşı karşıya kalan Türkiye Cumhuriyeti demokrasisini geliştirmeğe öncelik vermiş ve bu doğrultuda Avrupa kıtasındaki gelişmiş uygar ülkeler ile aynı düzeyde bir çağdaş demokrasiye sahip olabilmek üzere her türlü özveriyi göstererek önemli adımlar atmış ve yeni yasal düzenlemeler ile geçmişten kalan sorunlarına hukuk açısından çözümler getirmeğe çalışmıştır . Bu doğrultuda devletin saydamlaşması sağlanırken , ulusal toplum içinde sivil örgütlenmelerin geliştirilmesine çalışılmıştır .Avrupa fonları ile beslenen sivil toplum kuruluşları desteklenirken ,ülkede ciddi bir sivilleşmenin öne çıkması istenmiş , geçmişte olduğu gibi devlet merkezli yönlendirmeler ile Türk demokrasisinde siyasal baskı düzenlerine gidilmesi önlenmek istenmiş ,sivil toplum kuruluşları güçlendirilerek siyasal iktidarlar üzerinde meclis ve yargıdan sonra üçüncü bir denetim mekanizması geliştirilmesi için çaba gösterilmiştir .Böylece devlet ile özdeşleşmiş olan cumhuriyet rejimi ile sivil toplum üzerinden geliştirilmeğe çalışılan demokrasinin birlikte gelişmesi ve kaynaşarak ,ileri bir halk yönetimi tesis edilmek istenmiştir .

Yeni dönemde sivil bir cumhuriyet istekleri giderek artmış , sivil toplum kuruluşları bu talebi her geçen gün tırmandırırken ileri bir demokrasi ile zenginleşecek cumhuriyetin sivilleşmesine yeni dönemde öncelik verilmiştir . Şirketlerin giderek büyüdüğü ve tekelleşerek dünya ekonomisinin denetimini ele geçirdiği bir aşamada devletlerin küçülmesi hedeflenmiştir . Devletler küçülürken toplum üzerindeki yönlendirme yetkileri azalmış ,devletlerin küçülmesinden meydana gelen eylem boşluğu alanı sivil toplum kuruluşları ile doldurulmağa çalışılmıştır .Cumhuriyetin doksanıncı yılına girerken ve yüzüncü yılına yaklaşırken , artık sivil bir cumhuriyet rejiminin gelişmesi gerektiği üzerinde genel bir kanaat oluşmuş ve bu doğrultuda halk kitleleri motive edilmeğe çalışılmıştır . Ülkedeki otoritelerin karşısında sivil otoritelerinde güçlenerek çıkması ve sivil örgütlerin öncülüğünde toplumsal insiyatifin kendi geleceğine sahip çıkışının sağlanması istenmiştir . Devletin merkezinde genel kurmayın ya da diğer kamu kurumlarının bulunmadığı yeni bir yapılanmayı isteyen sivil toplum hareketleri , daha demokratik bir cumhuriyet devleti için harekete geçmişlerdir . Soğuk savaş yıllarında demokrasisiz bir cumhuriyet dönemi yaşayan Türk devletinin en üst düzeyde gelişmiş bir cumhuriyet rejimine sahip olabilmesi için demokrasi ile tamamlanması ,bunun içinde sivil toplumun en üst düzeyde geliştirilmesi gerekmiştir . Yirmi birinci yüzyılda Türkiye cumhuriyeti geleceğe dönük yolunda ilerlerken sivilleşme olgusu ana değişim konusu olarak öne çıkmıştır . Anayasa değişiklikleri ve yeni yasal düzenlemeler ile sivil toplumun geliştirilmesine çalışılırken , tanınan yeni hak ve özgürlükler ile de demokrasinin sınırları genişletilmek istenmiştir . Vatandaşlar hak ve özgürlüklerinin gerçekleştirilmesi yolunda siyasal partilerin yetersiz kaldığı aşamalarda devreye girerek sivil toplum kuruluşları aracılığı ile hak ve özgürlüklerinin gerçekleştirilmesi için girişimlerde bulundukları görülmektedir . Belirli sosyal etkin alanlarında yeni sivil toplum kuruluşlarının oluşturulmasıyla beraber ,Türk demokrasisinin zenginleştirilmesi sağlanmış ve zaman içerisinde çok sesli bir siyasal ortama geçilmesiyle beraber sivilleşme tam olarak gerçekleştirilmek istenmiştir .

Sivil toplum kuruluşlarının daha çok Avrupa Birliği mevzuatı doğrultusunda ele alınması ve Avrupa fonlarından desteklenmesiyle beraber ,Türkiye’de küresel sermayenin isteklerinin gerçekleştirilmesinde , emperyalizm bu kuruluşlardan yararlanarak yeni dünya düzenini kurmağa yönelmiştir . Sivil toplum kuruluşlarının sayılarının hızla artması ,bunların Avrupa Birliği fonlarından desteklenmeleri , ABD ve küreselci şirketlerin bu kuruluşları toplumsal yapıları değiştirmede kullanmaları üzerine , değişik bir tablo ortaya çıkmıştır . Bir yandan sivil toplum kuruluşları ana statülerinde belirtilen amaçlar doğrultusunda çalışarak toplumsal yapının sivilleşmesinde etkili olurken , bunlara para vererek destekleyen emperyalist ve Siyonist merkezler kısa adı STK olan bu kuruluşları belirli amaçlar doğrultusunda kullanmaktan çekinmiyorlardı .Küreselleşme öncesinde her ülkenin toplumunda var olan demokratik kitle kuruluşlarının yeni dönemde sivil toplum kuruluşları olarak değerlendirilmesiyle beraber eskisinden çok farklı bir çalışma düzeni içinde bu kuruluşlar açıkça dış güçler tarafından belirli ülkelerin iç işlerine karışmak ya da toplumları belirli hedeflere yönlendirmek doğrultularında kullanılıyorlardı . Sivilleşme toplumsal örgütleri devletten uzaklaştırıyor , ulusal kimlikten kopmalarına neden oluyor ve çeşitli dış senaryoların ülkenin iç yapısında devreye girmesi için elverişli bir ortam yaratıyordu . Küresel emperyalizmin hedef aldığı ulus devletlere karşı çeşitli kampanyaların düzenlenmesinde ve yürütülmesinde bu gibi kuruluşlar siyasal merkezler tarafından desteklenerek kullanılıyorlardı . Halk tarafından , emperyalizmin casus örgütleri adı verilen sivil toplum kuruluşları dış insiyatiiflerin kontrolu altında hareket ettikleri için kendi ülkelerine yarardan çok zarar veriyorlardı . Her türlü hak ve özgürlüğün öne çıkartıldığı kampanyalarda , devlet yıkıcılığı ve toplum parçalayıcılığı ile ulusal yapıların tasfiyeciliği gibi ulus devletler açısından son derece önem taşıyan zararlar , sivil toplum görünümlü bu gibi casus örgütler aracılığı gerçekleştirilebiliyordu . Bütün ulus devletler de benzeri sahneler birbirini izlerken , ulusal toplumların bütünlüğü ile devlet otoritesinin toplum üzerindeki yönlendirici etkileri kırılıyordu . İki binli yılların devreye girmesi üzerine küreselleşme sürecinde ikinci bir aşamaya geçiliyor ve her ülke için batılı merkezler tarafından hazırlanmış siyasal senaryolar devreye sokuluyordu . Bu doğrultuda Orta Doğu bölgesi için ABD-İsrail ikilisi hem Büyük Orta Doğu hem de Büyük İsrail adı altında iki emperyal hegemonya projesini devreye sokarlarken ,bir çok bölge ülkesinde destekledikleri bir iktidar partilerine de Büyük Orta Doğu projesinin eş başkanlığı gibi bir siyasal görev veriyor ve bunu siyasal bir misyon olarak açıktan destekliyorlardı . Türkiye’de de benzeri bir durum ortaya çıkınca ,ülke ve toplumun bütün merkezlerinde böylesine bir dış emperyal plan doğrultusunda yeni bir siyasal yapılanmalar öne çıkarılıyordu . Bunun sonucunda da , ABD istihbaratının önde gelen bir uzmanı “Yeni Türkiye Cumhuriyeti “ adı altında bir kitap yayınlayarak , Atatürk Cumhuriyetinin sona erdiğini ,bundan sonra ılımlı İslam politikalarının Türkiye üzerinden tüm İslam devletlerine taşınacağını ,bu doğrultuda dini cemaatlar ile emperyalizmin işbirliği yapacağını , ulusların tasfiyesinde dini cemaatların kullanılacağını ,yirmiden fazla ülkenin sınırlarının değiştirileceğini hiç çekinmeden açıklıyordu . Türkiye’nin laik ,ulusal,üniter ve merkezi devlet yapılanmasını ortadan kaldırmak isteyen batı emperyalizmi ; Türkiye’yi yeni bir devlet olarak ortaya çıkarırken ,devletin temelinde yatan Kemalizm gerçeğini görmezden geliyor ,ulusal kurtuluş savaşı kazanımları üzerine kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinin kendine özgü devlet modelini tasfiye ederek ,halkın oluşturduğu Müslüman tabanı harekete geçirerek asıl amacına ulaşmak istiyor ve bu doğrultuda Atatürk’ün kurmuş olduğu laik,ulusal ,üniter ve merkezi devletin sonunun geldiğini ilan ediyordu . Türk devletinin temelinde var olan Kemalist birikimi görmezden gelen bu Amerikan tavrı bir anlamda Kemalizmi inkar ederken ,Türk devletinin Kemalist çizgiden uzaklaşarak İslamcı bir doğrultuda tüm İslam dünyasına yönelik bir taşeron olarak kullanılmasının da öncülüğünü yapıyordu.

İşte bu şartlar ve ahval dahilin de , birinci vazifelerini unutmayan Türk ulusunun önde gelen Atatürkçüleri,Kemalistleri ,Ulasalcıları ve cumhuriyetçileri bir araya gelerek örgütleniyorlar ve kendi sivil toplum kuruluşlarını oluşturarak ,Türkiye Cumhuriyetini ve Türk bağımsızlığını korumak doğrultusundaki amaç ve hedefleri doğrultusunda sivil toplum çalışmalarına başlıyorlardı .Batı emperyalizminin baskıları sonucunda devleti var eden Kemalizm devletin bütün birimlerinden çıkartılmağa çalışılırken , toplumda var olan Atatürkçü birikim de temizlenmek isteniyordu .Devletten sonra , Türk Silahlı Kuvvetlerinden de Atatürkçülük birikimi silinmek istenirken ,okyanus ötesinden düzenlenen çeşitli siyasal komplolar ile Atatürk’ün partisine de işbirlikçi bir neo-liberal ekip yönetime getirilerek, devleti kurmuş olan bu parti de Kemalizm’den uzaklaştırılmağa çalışılıyordu . Türkiye Cumhuriyetinin doksan yıllık geçmişinin getirdiği yeni cumhuriyet kuşaklarının içinde aktif olan Atatürkçüler çeşitli dernek ve vakıflar çatısı altında bir araya gelerek ,devletten,ordudan ve partiden kovulmuş olan Atatürkçülüğe sahip çıkarak , yeni kurdukları dernekleri aracılığı ile ülkede var olan Kemalist birikimin yaşatılmasına çalışıyorlardı .Çeyrek asırlık bir zaman dilimi içinde küresel emperyalizm diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye Cumhuriyetini de ele geçirmeğe ve yeniden sömürgeleştirmeğe çalışırken ,devletten,ordudan ve partiden kovulan Kemalizm sivil toplum kuruluşlarında yeniden yaşatılmağa çalışılıyor ve böylece ülkede genç kuşakların eskisi gibi Atatürkçü bir doğrultuda yetiştirilmeleri için sivil toplumcu bir çaba örgütleniyordu . Cumhuriyetin yanı sıra demokrasi geliştirilirken , daha ileri bir demokrasi doğrultusunda sivil anlamda bir Kemalizm tarihsel birikimin üzerinden ulusal düzeyde örgütlenmeğe çalışılıyordu . Kemalist sivil toplumculuk dernekler ve vakıflar aracılığı ile toplumun önüne çıkartılırken , ulusal kurtuluş savaşından gelen kurucu ulusal irade sivil bir Kemalizm anlayışı doğrultusunda yeniden örgütlenmeğe çalışılıyordu .

Atatürk Cumhuriyeti bir ılımlı İslam cumhuriyetini doğru dış dayatmalar aracılığı ile dönüştürülmeğe çalışılırken ,resmi bayramların kutlanma törenleri yasaklanıyor , okullardaki Atatürk köşeleri kaldırılıyor,üniversitelerden Atatürk İlkeleri dersine son veriliyor ,devlet hayatında Atatürk’ü çağrıştıran bütün birikim silinerek , kurucu iradenin temsilcisi olan Atatürk’ten uzaklaştırılmış yeni bir siyasal yapılanma oluşturulmak isteniyordu . Ülkedeki Atatürkçü kuruluşlara savaş açılırken ,bunlar üzerinde baskıcı bir kontrol mekanizması kurulurken gene Atatürk’ten uzak bir toplumsal yapılanma oluşturulmak isteniyordu . İktidar partisinin kazandığı belediyeler kadınlar için ayrı sosyal mekanlar yaratarak Arabistan’da olduğu gibi haremlik ve selamlık uygulamalarına geçmeğe çalışırken ,bazı okullarda da kız ve erkek öğrencilerin bir arada okuduğu karma eğitim modelinden vazgeçilerek kızlar ve erkekler için ayrı sınıflar konuşulmağa başlanıyordu . Ilımlı islamın dış desteklerle iktidara gelmesi üzerine dini cemaat vakıflarına onlarca üniversite kurduruluyor ve binlerce cemaat evleri ve yurtları ile Türk toplumu hızla laiklikten uzaklaştırılarak bir din toplumuna dönüştürülüyordu . Avrupa üzerinden devlet karşıtı sivil toplum kuruluşlarının , ABD üzerinden ise dini cemaat vakıflarının desteklenmesi üzerine , Türk toplumunun ulusalcı kesimleri Atatürkçü dernekler ve vakıflar kurarak yeni bir tür Sivil Kemalizmin hem öncüsü oluyorlar hem de bu anlayışı demokratik ortamda yaygınlaştırarak , Atatürk Cumhuriyetini var eden siyasal birikim olarak Kemalizmi her türlü engel ve baskıya rağmen yaşatıyorlardı . Bu doğrultuda bazı meslek kuruluşlarının da devreye girmeleri ve Atatürkçü çizgide çalışmalar yapan sivil Kemalist kuruluşlara destek sağlamalarıyla beraber ülke içinde yeni bir Kemalist cephenin oluşumu kendiliğinden gündeme geliyordu .Emperyalizmin Türkiye sahnesinden silmek istediği Kemalizm ,bu girişimlere tepki olarak bu sefer toplumun içinde kök salıyordu. Türk ulusu , Atatürk’e borçlu olduğu Türkiye Cumhuriyetinin laik,ulusal , üniter ve merkezi yapısı ile siyasal anlamda tam bağımsızlığı koruyabilme doğrultusunda yeni dönemde ciddi bir sivil Kemalizm uygulamasına geçiyordu .

Son yıllarda resmi bayramlar ile ilgili kutlama törenlerinin yasaklanması bir anlamda bardağı taşıran son damla oluyor ve bu nedenle eline bayrağı alan Türk vatandaşları sokağa çıkarak Atatürk heykelleri önünde resmi gün ve bayramların anlam ve önemini belirten törenleri kendiliğinden eylemsel olarak yapıyordu . Sivil Kemalizm yeni Atatürkçü dernekler ve kuruluşlar aracılığı ile geliştirilirken , Atasına sahip çıkan Türk halkı da bayraklarla yürüyüşlere geçiyor , Atatürk meydanlarında toplanarak kitlesel anlamda resmi gün ve bayramların kutlanmasını sivil bir insiyatif olarak örgütlüyordu . Ülkenin bütün büyük kentlerinde binlerce insan yürüyüşler ya da açık hava toplantıları ile kutlama törenlerini gerçekleştirirken , yurdun dört bir bucağından yüz binlerce insan kendi imkanları ,arabaları ya da otobüsler aracılığı ile başkent Ankara’ya gelerek Atatürk’ün önünden geçmek üzere Anıtkabir’e akın ediyorlardı . Son yıllarda giderek artan baskı ve gerginlikler ,halk kitlelerini huzursuz ediyor ve Türk ulusunun Atatürkçü fertleri ellerine bayrağı alarak sokağa çıkmaktan ya da meydanlarda toplantılar yapmaktan kaçınmıyordu .Atatürk’e giderek siyasal kadroları şikayet etmekten çekinmeyen Türk ulusu , atalarının bir ulusal kurtuluş savaşı vererek ele geçirdiği kazanılmış haklarını koruma doğrultusunda doğrudan insiyatif kullanmaktan çekinmiyordu . İktidar kadar muhalefet partilerinin yetersizliği ya da pasif tutumları yüzünden karamsarlığa kapılan Türk halkının aktif ve dinamik kesimlerinin harekete geçerek ,sivil toplum yapılanmaları üzerinden bir tam bağımsızlık ve cumhuriyet koruyuculuğuna soyunduğu görülmektedir . Demokrat olmamakla suçlanan Kemalistlerin yeni dönemde dernek ve vakıflar üzerinden geliştirdiği sivil Kemalizm diğer sivil toplum hareketleri gibi demokrasinin özüne ve ruhuna uygun görünmekte ,Türkiye Cumhuriyetinin demokratik zenginleşmesine önemli katkılar sağlamaktadır .

Batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda Nato aracılığı gerçekleştirilen askeri darbelerin Kemalizm adının arkasına saklanarak gündeme gelmesi yüzünden ,Türkiye’nin ulusal birikimi olan Atatürkçü düşünce sistemi Kemalizm adı ile ,bir askerci ideoloji olarak yıllarca suçlanmış ve bu gerekçe ile de devletten,ordudan ve devleti kuran partiden uzaklaştırılmıştır .Yeni gelinen aşamada , Türkiye Cumhuriyetini var eden bu büyük siyasal birikimin artık ulusal toplum içinde Türk ulusunun iç dinamikleri aracılığı ile korunabileceği anlaşılmaktadır . Devletçi,orducu ve partici Kemalizm geride kalırken halkçı bir Kemalizm ,Atatürkçü dernekler ve diğer sivil toplum kuruluşları aracılığı ile elde tutulacak ve korunacaktır . Küresel emperyalizm uluslar arası büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda ulus devletleri yıkarken ,Türk ulusu tıpkı Kuvayı Milliye günlerinde olduğu gibi Müdafai Hukuk Cemiyetleri ,Hakimiyeti Milliye Cemiyetleri ya da Reddi İlhak Cemiyetleri gibi yeni oluşturulacak milli kuruluşlar aracılığı ile sivil Kemalizm mücadelesi yapacak ve bu yoldan kurucu önder Atatürk’ten Türk ulusuna yadigar kalan Türkiye Cumhuriyetinin geleceğe dönük bir çizgide ilelebet payidar kalması sağlanabilecektir .Bu yıl kutlanan 29 Ekim bayramı ile IO Kasım tarihindeki Atatürk’ü anma günündeki sivil insiyatifin ortaya koymuş olduğu büyük Kemalist birikim gelecek açısından umut vericidir . Seksen milyonluk bir nüfusu ile Türk ulusu ,doksan yıllık bir cumhuriyetin çatısı altında çağdaş demokrasi bilinci ile hareket ederken ,yeni dönemde her türlü saldırgan bölücü,şeriatçı,mandacı ve işbirlikçi tehdide karşı birinci vazifesi olan Türk bağımsızlığı ile Türkiye Cumhuriyetinin koruyuculuğunu artık sivil toplum kuruluşları aracılığı ile ciddi bir sivil Kemalizm hareketi sayesinde başarabilecektir . Sivil Kemalizm Türkiye Cumhuriyetinin bir çok sorundan kurtulmasını sağlayacak , Atatürk’ün devlet modelini Türk ve İslam dünyası için model bir devlet olarak daha da etkin bir düzeyde geliştirecektir . Bütün Atatürkçü ,cumhuriyetçi,ulusalcı kesimler güçlü bir sivil Kemalizm için seferber olabilmelidirler .

19 Ekim 2018 Cuma

ATATÜRK’ÜN DEVLET MODELİ "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" -Mustafa Kemal ATATÜRK’ten Türk ulusuna yadigâr kalmış olan emperyalizm karşıtı "milli devlet modeli" zorlanmaktadır.

ATATÜRK’ÜN DEVLET MODELİ 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 4.02.2010

Türkiye Cumhuriyeti son günlerde son derece ilginç tartışmalara sahne olmaktadır. Atatürk’ün devlet modeli her yönden saldırıya uğratılırken, sanki böyle bir şey yokmuş gibi bir durum yaratılarak, Türk devletinin tasfiyesi sürecine devam edilmek istenmektedir. Dünyanın ve merkezî bölgenin son yıllarda içine sürüklendiği gelişmeler sonucunda, yeni devlet modellerinin aranması ve bu doğrultuda var olan eski siyasal yapıların zorlanması çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti de çok ciddî bir sınavdan geçmektedir. Küreselleşme adına empoze edilen girişimler, Avrupa Birliği’nin bitmek tükenmek bilmeyen talepleri, küçücük İsrail’in Amerika Birleşik devletlerini arkasına alarak, Türkiye’yi bir yerlere sürükleme çabaları, ABD’nin dünyanın en büyük gücü olarak ayakta kalabilmek için geliştirdiği yeni politikaların hepsi gelip dünyanın merkezindeki Türkiye üzerinde odaklanmakta ve Atatürk’ten Türk ulusuna yadigar kalmış olan devlet modelini zorlamaktadır. Küresel sermayenin bütün dünyayı babalarının çiftliğine dönüştürmek amaçlı yeni sömürge planları da bu duruma ek olarak katlanılmaz külfetleri bütün dünya halklarına ve devletlerine dayatmaktadır.
Amerikan emperyalizminin Avrasya hegemonya merkezi olarak Ankara’da kurulmuş olan özel Amerikan üniversitesi

Tam bu aşamada, Amerikan emperyalizminin Avrasya hegemonya merkezi olarak Ankara’da kurulmuş olan bir özel Amerikan üniversitesinde, dünyanın hiç bir ülkesinde görülmemiş bir sivil anayasa sempozyumu düzenlenmiş ve buraya gelen Anayasa Mahkemesi Başkanı, bazı neoliberal mandacı ve cemaatçi kadrolarla beraber, var olan Türkiye Cumhuriyeti anayasasına karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkış normalin ötesine giderek, sivil anayasa görünümünde bir federasyon devleti arayışlarını tırmandırırken, Yüksek Mahkeme Başkanı Türk Anayasası’nın değişmez maddelerinin değişmesini açıkça talep etmiştir. Ertesi gün basına geniş olarak yansıyan bu istek, beraberinde yeni anayasa tartışmalarını gündeme getirmiştir. Eskiden beri federasyoncuların üniter devlete karşı çıkan girişimleriyle, cemaatçilerin laik devlete karşı çıkan tutumları devam edip giderken, Türk devletinin aynı zamanda millî ve merkezî siyasal yapılanmasını güvence altına alan, değişmez maddelerin değiştirilmek istenmesi kamuoyunda haklı olarak ciddî bir kuşku ve tepki yaratmıştır. Neredeyse bir yüzyıla yakın bir süredir, ulusal, üniter, merkezî ve laik bir devletin çatısı altında yaşamakta olan Türk ulusunun, emperyalizmin istekleri ya da planları doğrultusunda eskisinden çok farklı bir yöne çekilmek istenmesi, artık en üst noktada anayasal düzeni hedef alması, ülkemiz açısından ciddî tehditler oluşturmaktadır. Bütün hukukçular gibi, Yüksek Mahkeme üyeleri ve başkanlarının da bu durumu yerinde bilmeleri gerekmekte ve anayasa ile ilgili konuşurlarken, Türkiye Cumhuriyeti devlet sistemini bilerek hareket etmeleri gerekmektedir. Bu durumu dikkate almayan sorumsuz demeçler ya da ayaküstü konuşmalar eskiden buyana Atatürk’ün devlet modeline karşı mücadele eden işbirlikçi çevrelerin ekmeğine yağ sürmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk üç maddesi değiştirilemez.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk üç maddesi değiştirilemez. Dördüncü maddeye göre, bu değişmez maddelerin değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Bu maddelerin değiştirilmesini teklif etmek, var olan anayasal düzene göre suçtur. Böylesine bir anayasal suçun kovuşturulması ve değiştirme isteyenlerin anayasal suç çerçevesinde anayasal yargıya çıkarılmaları gerekmektedir. Ne var ki kadı konumundaki kişilerin böylesine bir konuma sürüklenmeleri noktasında, kimin kimi yargılayacağı konusu çok ciddî bir anayasal sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Ne var ki, var olan anayasayı sözü ve ruhu ile uygulamak konumunda bulunan bir yüksek yargıcın, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeler ile ilgili değişiklik önermesi, Türkiye’de var olan siyasal bunalımın en üst düzeydeki bir göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır. Mızrağın çuvala sığmadığı bir aşamada, kralın çıplak olduğunu bir yüksek yargıç dile getirmektedir. Böylesine bir aşamaya gelinmesi dikkate alınarak ilgili ve yetkili kesimlerin ve makamların sorunun aşılabilmesi doğrultusunda üzerlerine düşeni yapmaları gerekmektedir. Aslında hiç kimsenin uyumadığı ve herkesin herkesi izlediği bir aşamada, sözlerin ve yazıların anlamı daha da ağırlaşmakta ve maksadı aşan durumlar ortaya çıkmaktadır. İyi niyetli gibi dile getirilen sorunların arkasında başka plan ve programların olduğunun anlaşılması, her kesimi olduğu kadar hukukçuları da rahatsız etmekte ve tartışmaların başka yönlere kaymasına neden olmaktadır.
Genel bir durum muhasebesi yapabilmek!..

Son yıllarda birbiri ardı sıra yaşanan olaylar artık genel bir durum muhasebesi yapabilmek için yeterli bilgi kaynağı yaratmıştır. Herkes gizli niyetlerini başka söylemlerle gündeme getirmeye çalışmakta ve Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısını zorlayıcı ya da değiştirici yeni adımlar, “değişim” görünümü altında kamuoyuna dayatılmaktadır. Atatürk’ün kurduğu devlet modelini bir türlü kabul etmek istemeyen emperyalistler, yerli işbirlikçileri aracılığı ile çeşitli metot ve yöntemlerle kendi kafalarının içinde gizledikleri planları gerçekleşebilme hedefi doğrultusundaki ciddî dayatmaları demokrasi, insan hakları, küreselleşme, değişim, Avrupa Birliği gibi karşı çıkılamayacak kavramların arkasına saklanarak sürdürmektedirler. Küreselleşme döneminin ilk yıllarında ilgi ile izlenen bu tutum aradan yirmi yıl geçtikten sonra artık kabak tadı vermiştir. Küresel emperyalizm giderek evrensel faşizme dönüşürken hâlâ ulus devletleri zayıflatma kampanyalarının demokrasi görünümüyle sürdürülmek istenmesi, çok ciddî boyutlarda tepki ile karşılaşmaktadır. Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin yollarının ayrıldığı bir aşamada sanki böyle birlik varmış gibi hareket etmek ve Türkiye’nin de gelecekte bu birlik içinde yer alacağı şeklinde davranmak, açıkça Türk ulusu alay etmektir. Avrupa Birliği’ni bir manivela gibi kullanmak isteyen emperyalizm ve siyonizm Türkiye’yi kendi istedikleri planlara doğru sürüklerken, bu kıtasal birliğin bitme noktasına gelmesi yeni bir durumdur ve artık eskisi gibi Avrupa üzerinden sürdürülen aldatmacalarla Türk devleti Ortadoğu’da İsrail ve Amerikan oyunlarına alet edilemeyecektir. İnsan hakları gibi kutsal bir kavramın Yugoslavya’da ve Irak’ta emperyalist amaçlı kullanılması da, artık bu kavramın siyasal manipülasyonlarda kullanılmasını zorlaştırmıştır. Türk ulusuna karşı yıllardır sürdürülen oyunlar ve sahtekârlıkların arkasında yatan gerçek niyetler ortaya çıkmış ve Atatürk’ün devlet modelini ortadan kaldırmak isteyen büyük bir oyunla ile Türkiye’nin karşı karşıya olduğu anlaşılmıştır. Değişim görünümlü her türlü emperyal plan devre dışı kalırken, bu kez de sivil anayasa görünümlü bir başka oyun sahnelenmek istenmekte ve yeni bir anayasa dayatmasıyla gene Atatürk’ün kurduğu merkezî, ulusal, üniter ve laik devlet modeli ortadan kaldırılmak istenmektedir. Diğer bir değişle, siyasal girişimlerle gerçekleştirilemeyen tasfiye operasyonu sivil görünümlü hukuk adımları ile tamamlanmaya çalışılmaktadır. Son sivil anayasa girişimi ve bu doğrultuda anayasanın değişmez maddelerinin değiştirilmek istenmesi, böylesine yeni bir oyun ile Türk ulusunun karşı karşıya olduğunu açıkça göstermektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na göre, Türk devletinin ulusal kurtuluş günlerinden gelen bir siyasal yapılanması vardır.

Anayasaya göre, Türk devletinin ulusal kurtuluş günlerinden gelen bir siyasal yapılanması vardır. Bu Atatürk’ün devlet modelidir. Bu modelin arkasında kurucu irade olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi bulunmaktadır. Dünyanın merkezindeki çok uluslu imparatorluk olarak Osmanlı Devleti çökünce, geride kalan topraklarda bir millî devletin kurulmasına giden yol son Osmanlı Meclisi’nde alınan ulusal ant kararı ile başlatılmıştır. Misak-ı millî özgün adı ile alınan karar doğrultusunda Türk ve Müslümanların çoğunlukta bulunduğu merkezi bölgeler bir millî devletin çatısı altında yeniden bir araya getirilmek üzere bir Ulusal Kurtuluş Savaşı verilecektir. Bu doğrultuda başlatılan Millî Mücadele, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde alınan kararlar doğrultusunda yürütülmüş, Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra, meclis hükümeti sistemi içinde yeni millî devletin kuruluşu tamamlanmıştır. Ulusal Kurtuluş Savaşı zafere ulaştırıldıktan sonra, Lozan Antlaşması ile bütün dünya yeni millî devleti tam bağımsız bir siyasal yapı olarak tanımıştır. Sivas Kongresi kararları doğrultusunda merkezî, ulusal ve üniter bir devlet kurulmuştur. Daha sonraki aşamada meclise sunulan “Halkçılık Bildirisi” ile de ilk anayasanın temelleri atılmıştır. Halkçılık temeline dayanan bir ulus devletin kuruluşuna giden yol tarihsel süreç içerisinde aşama aşama gerçekleştirilmiştir. Atatürk halktan aldığı yetki ile hareket ederek, Osmanlı Devleti’nin bitme aşamasında kabul edilen ulusal anta yaraşır bir biçimde yeni ulus devleti, merkezî ve üniter bir yapıda oluşturmuştur. Atatürk’ün kendi el yazısı ile kaleme aldığı Halkçılık Bildirisi incelenirse, her türlü bölücülüğe, eyalet ve federasyon sistemlerine alternatif olarak halk egemenliğine dayanan bir temsili rejimin temellerinin atıldığı ve daha sonra da cumhuriyet ilân edilerek bunun anayasal bir sisteme dönüştürüldüğü görülmektedir. Atatürk’ün devlet modelinin arkasında, Mîsak-ı Millî, Erzurum ve Sivas Kongreleri kararları ile Lozan Antlaşmasının maddelerinin bulunduğunu iyi bilmek gerekmektedir. Mustafa Kemal daha sonra kendi hazırladığı Halkçılık Bildirisi ile ilk anayasanın temel çerçevesini çizerek, ortaya ulusal egemenliğe dayanan bir merkezî ve üniter bir devlet yapısı koymuştur. Cumhuriyetin ilânı ile halk egemenliği bir rejime dönüştürülmüş, yeni partilerin kurulmasıyla demokrasiye geçiş denemeleri yapılmış ama İkinci Dünya Savaşı koşullarının baskısıyla demokrasiye geçiş savaş sonrası yıllara ertelenmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün son döneminde Anayasa’ya giren ve 1960'a kadar Anayasa'da kalan, özenle korunan altı ilke,

Atatürk’ün son döneminde Anayasa’ya giren altı ilke, Türk devlet yapısının temel taşları olmuş ve Atatürk’ün devlet modeli bu altı ilke doğrultusunda geleceğe dönük olarak kurumlaştırılmıştır. Fransız Devrimi’nden gelen cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkeleriyle beraber, Rus Devrimi’nden gelen devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkelerinin Türkiye gerçeklerinde yeni bir sentez oluşturabilmesi için Atatürk önemli çalışmalar yapmış ve en sonunda belirlenen altı ilke Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk’ten gelen devlet modelinin temel taşları olarak Anayasa’daki yerlerini almışlardır. İki kutuplu dünya sisteminin tam arasında kalan merkezî coğrafyada bağımsız bir devlete yönelen Atatürk, Batı ve Doğu Blokları’nın temelinde yatan iki büyük devrimden gelen ilkeleri Türkiye gerçeğinde kaynaştırmak istemiş ve böylece kutuplardan hiç birisine dahil olmadan dünyanın ortasında bağımsız bir devletin temellerini atmıştır. Böylece Batı Bloku’nun sömürgesi ya da sosyalist sistemin bir eyaleti olmaktan Türkiye’yi kurtaran Atatürk, kurmuş olduğu devlet yapısını, geleceğe dönük olarak bağımsız bir yolda ilerleyebilmesi için, kendine özgü ilkelerle diğer ülkelerden farklı bir sisteme kavuşturmuştur. Atatürk’ün bu kendine özgü devlet sistemine Batılı ülkeler “Kemalist Devlet” isim takmışlar ve günümüze kadar Atatürk’ün devlet modeli Kemalist Devlet olarak devam edip gelmiştir. Tam bağımsızlığı kendi kaderi olarak tanımlayan Atatürk, kurmuş olduğu devleti de geleceğe dönük olarak tam bağımsız bir biçimde ayakta kalacak tarzda kurumlaştırmıştır. Bu nedenle, geçen yüzyılın sonlarına doğru sosyalist sistem yıkılmasına rağmen, Atatürk’ün devlet modeli ayakta kalarak zamanımıza kadar varlığını sürdürmüştür.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, "tam bağımsız ve güçlü; Ulusun Devletini özenle koruma yanlısı" sert ve katı bir sisteme sahiptir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, sert ve katı bir anayasal sisteme sahiptir. Dünyanın ortasına emperyalist güçler saldırırken, bu bölgedeki devletleri tehdit ettikleri için, Atatürk gelecekte de bu tür saldırılara karşı direnebilecek bir devlet yapısını bağımsız ve güçlü bir biçimde kendi modeli ile ortaya koymuştur. Bu nedenle, Türk Anayasası’nın bazı maddeleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Özgürlükler ve otorite dengelenirken, güçlü yürütme ile devletin gücü artırılmış ve böylece her türlü saldırıya karşı devletin bağımsızlığı güvence altına alınmak istenmiştir. Atatürk, cumhuriyeti emanet ettiği Türk gençliğine 10. yıl söylevinde bir siyasal miras bırakırken, her türlü gaflet, delâlet ve hıyanete karşı gelecek kuşakları uyarmıştır. Bugün yaşanan olaylar dikkate alınırsa, ülkenin kuşatıldığı devlet ve kamu kurumlarının içeriden ele geçirildiği bir aşamada Türk Devleti’nin kurucusunun ne derece uzak görüşlü olduğu bir kez daha kanıtlanmaktadır. Anayasa’yı uygulamakla görevli yüksek yargıçların, değişmez maddelerin değiştirilmesini önerme noktasına gelmeleri ve bu yoldan Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kaldırılmasına aracı olmaları konusu da gene Atatürk’ün ne derece haklı olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Emperyalist saldırı, ekonomik sömürgecilik ya da psikolojik savaş yolları ile Türk Devleti’nin Atatürk’ten gelen modelini değiştiremeyenlerin, bu kez hukuk yolunu deneyerek, Anayasa’nın değişmez maddelerini hedef aldıkları görülmektedir. Türk Devleti’nin çatısını oluşturan Anayasa’nın bu tür girişimlerle değiştirilmek istenmesi, Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kaldırılmasına giden yolu açacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın başlangıç hükümleri
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın başlangıç hükümleri de ilk üç madde ile beraber bir bütün oluşturdukları için değiştirilemeyecek maddeler arasında yer almaktadır. Atatürk’ün sözlerine ve eylemine yapılan atıflar, başlangıç hükümlerini de Atatürk’ün devlet modelinin bir bölünmez parçası hâline getirmiştir. Türk Devleti’nin bir cumhuriyet olması, cumhuriyetin temel nitelikleri olarak toplumun huzuru, millî dayanışma, adâlet anlayışı, insan haklarına saygı, Atatürk milliyetçiliğine bağlılık, demokratiklik, laiklik ve sosyal hukuk devleti, Atatürk’ün devlet modelinin temel taşlarıdır. Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesi doğrultusunda üniter devlet ile, başkentin Ankara olması çerçevesinde merkezi devlet ilkeleri de gene Atatürk’ün devlet modelinin bölünmez parçalarıdır. Anayasal çerçevede korunmakta olan devrim yasaları da gene Atatürk’ün devlet modelinin olmazsa olmaz ilkeleridir. Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri ve özü Atatürk’ün bu devlet modelinin temel esaslarıdır. Türkiye Cumhuriyeti devleti bir esas devlet olarak ele alındığı zaman, bütün bu ilkelerin bir araya gelmesinden oluşan Atatürk’ün devlet modeli ile beraber ortak bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. Bu nedenle, Türk Devleti’ni başka devletlerle karşılaştırırken özünde var olan Atatürk’ün kendine özgü modelini görmezden gelmek mümkün değildir. Atatürk düşmanları ve emperyalizmin işbirlikçisi ulus düşmanları Atatürk’e saldırırken, aynı zamanda onun devlet modeline de karşı çıkmaktalar ve tarihsel sürecin bir ulusal kazanımı olan bu devlet modelini devre dışı bırakarak, Türkleri başka tür devlet modellerine zorlamaktadırlar. Anayasanın değişmez maddeleri içinde yer alan bu modelin dayandığı bütün ilkeler Türk Anayasa Hukuku’nun temel prensipleri olarak, Anayasa Hukuku’na ve devlet yaşamına yön göstermektedirler. Kanun koyucular ve anayasa yapıcılar bu gerçekleri dikkate alarak hareket etmek durumlundadırlar, aksi takdirde Türkiye’de bir hukuk devletinin varlığından söz edebilmek son derece zorlaşabilir. Bütün yasalar hazırlanırken olduğu gibi anayasa değişiklikleri sırasında da, Atatürk’ün devlet modelini oluşturan değişmez maddelerdeki ilkelerin esas alınması zorunluluğu vardır.
Atatürk’ün devlet modelini savunmak,
Atatürk’ün devlet modelini savunmak, esas devletin siyasal ve hukukî yapısını ortaya koymaktadır. Bu tutumun derin devlet tartışmaları ile uzaktan yakından hiç bir ilgisi yoktur çünkü, bir hukuk devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti, Anayasa’daki değişmez maddelerde belirtilen Atatürk’ün devlet modelini taşımaktadır ve bu modelin ilkelerine dayanmaktadır. Derinlik aynı zamanda bir yeraltı çağrışımı yaptığı için, Atatürk ilkelerine ve devlet modeline dayanan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapısını korumak ve savunmak bir esas devletçilik olarak, derin devlet yaklaşımlarından uzak düşmektedir. Esas devlet Teşkilat-ı Esasiye kanunundan gelen bir kavram olarak bütünüyle anayasal ve yasal yapılanmayı ifâde etmekte ve kesin olarak bir gizlilik ortaya koyan derin devletçilikle tamamen zıt bir anlam taşımaktadır. Türk anayasa sistemi bir pozitif hukuk yapılanmasıdır ve bu doğrultuda yürürlükte olan uygulamayı temsil etmektedir. Bütün hukuk işlemlerinin yürürlükteki anayasa ve ilkeleri doğrultusunda yapılması ve yasalar ile diğer hukuk düzenlemelerinin buna göre yapılması gerekmektedir. Derin devletçiliğin suç kokan yaklaşımlarına karşılık esas devletçiliğin hukuksal yapılanması, anayasal sistem doğrultusunda Atatürk’ün devlet modelinin korunması için elverişli bir ortam yaratmaktadır. Ciddî hukukçular, pozitif sistemin korunması için öncülük yaparlarsa ve üzerlerine düşen görevleri yerine getirirlerse, Türk Devleti dış baskı ve yönlendirmelerle içine sürüklenmiş olduğu devlet krizinden kısa zamanda kurtulma şansını yakalayabilecektir. Burada maddî çıkarlara teslim olmamış ve sâdece hak ile hukukun sesini dile getirecek hukukçuların öncülüğüne gereksinme vardır. Ancak bu yoldan, siyasal senaryolara karşı Atatürk’ün devletini ayakta tutabilmek mümkün olacaktır.
Son zamanlarda geliştirilen bir psikolojik savaş senaryosu
Son zamanlarda geliştirilen bir psikolojik savaş senaryosu ile, Atatürk’ün devletini korumak ya da savunmak bir ideolojik devletçilik olarak adlandırılmaktadır. Bazı siyonist İkinci Cumhuriyetçilerle beraber emperyalizm işbirlikçisi neoliberaller tarafından geliştirilen bu söylem tarzı, Türk Anayasası’nda var olan ve hâlen yürürlükte olan Atatürk’ün devlet modelinin savunulmasını ya da korunmasını daha işin başında mahkûm etmekte, bu tutumu ideolojik devletçilik biçiminde suçlayarak, neredeyse pozitif hukuk düzeninin savunulmasını olanaksız bir duruma düşürmektedirler. Emperyal merkezler tarafından geliştirilmiş olan bu psikolojik savaş yaklaşımı ile, Türk Devleti’ni tasfiye süreci hızlandırılmak istenmekte ve her türlü koruma ya da savunma girişimi en baştan suçlanarak devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. Kendileri, neoliberalizmi, postmodernizmi, siyonizmi ciddî ideolojiler olarak savunurlarken ve bu ideolojilere dayanarak Atatürk’ün devlet modeline açıktan saldırırlarken, ulusal, üniter ve laik bir yapıya sahip olan Atatürk’ün devlet modelini ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Burada ciddî bir ideolojik saldırı vardır ve bu Türk ulusunun, Kurtuluş Savaşı’ndan gelen kazanımlarını ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Türk ulusu uyuyorsa, bu ideolojik saldırılar hedefini bulabilir ama Türk ulusu uyumuyorsa o zaman bu ideolojik saldırılar bir emperyalist safsata olmaktan ileri gidemez.
Ulusal iradenin kurucu bir irade olarak kabul ettiği bugünkü anayasal düzen devam edecektir.
Tarihsel süreç içerisinde Türk ulusu kurtuluşunu kazandığına göre, ulusal iradesinin kurucu bir irade olarak kabul edildiği bugünkü anayasal düzen devam edecektir. Türk Devleti’nin kurucu iradesi Türk ulusunun Kurtuluş Savaşı’nda ortaya koymuş olduğu bağımsızlık iradesidir. Sonradan iktidara gelmiş olan siyasal partilerin ya da askerî rejimlerin anayasa yapmaları kurucu irade olarak kabul edilemez. Onlar, Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında Türk ulusu adına kurucu iradeyi temsil ederek devleti kuran Atatürk’ün izleyicileridir. Sonraki iktidarlar devleti kuran iradenin doğrultusunda hareket ederek kurulmuş olan devleti yönetmişlerdir. Onların yaptığı anayasa ya da yasalar da bir kurucu irade aramak yanlıştır, çünkü kurucu irade tektir ve o da devleti kuran Türk ulusu ile onun temsilcisi olan Atatürk’ün iradesidir. Devlet modelini ideolojik devlet olarak suçlamak da yanlıştır ve kurucu iradeyi ortadan kaldırmaya yönelik bir siyasal manevradır.
Emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri
Devletin kurucu iradesine ve devletin temelinde kurucu iradeden gelen modele, emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri resmî ideoloji olarak karşı çıkmaktadırlar. Var olan anayasal düzeni resmî ideoloji olarak suçlamak ya da çamur atmak, bir anlamda pozitif anayasal düzeni kabul etmemek ve açıktan karşı çıkmak anlamına gelmektedir. Ilımlı İslâm modelini getirmek isteyen cemaatçiliği sivil toplumculuk olarak görmek, alt kimlikleri örgütleyerek etnik topluluklar yaratmayı gene aynı doğrultuda başka bir tür sivil toplumculuk olarak düşünmek, gene resmen geçerli olan anayasal düzeni resmî ideoloji diye suçlayanların bir psikolojik savaş taktiğidir. Bu tür oyunlar dünyanın her yerinde devlet modeline ya da anayasal düzene karşı çıkanların kendi muhalefetlerini gizledikleri girişimlerdir. Son zamanlarda Türkiye’de de özellikle federasyoncuların bu tür tavırlar içine girdikleri görülmekte, Anayasa’nın temelini oluşturan Atatürk’ün devlet modeli resmî ideoloji adına dışlanırken, sivil toplumculuk görünümü altında cemaatçilik ve etnikçilik meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu bölgede hegemonya projeleri peşinde koşan emperyal dış güçler de bu tür siyasal senaryoları hem örgütlemekte hem de finanse ederek Türkiye’deki siyasal gelişmeleri belirli yönlere doğru çekmeye çalışmaktadırlar. Esas devleti korumak, anayasal düzeni savunmak; resmî ideoloji ya da derin devletçi suçlamalarıyla önlenmeye çalışılmaktadır. Ve bu tür emperyalist ağızlar, ülkede ciddi bir kafa karışıklığı yaratmakta ve Türk insanının devleti ile rejimine olan güvenini sarsmaktadır. Emperyalizmin saldırısına karşı bir var olma savaşı vererek tarih sahnesinde kalan Türk ulusunun bu tür siyasal oyunlara karşı daha güçlü bir biçimde karşı koyması gerekmektedir, aksi takdirde devlet düzeninin korumak her geçen gün daha da zorlaşacaktır.
Atatürk’ün devlet modelinin temelinde bir temel norm olarak ulusal, üniter ve merkezî devlet yapısı bulunmaktadır.
Atatürk’ün devlet modelinin temelinde bir temel norm olarak ulusal, üniter ve merkezî devlet yapısı bulunmaktadır. Anayasanın başlangıç hükümleri ile beraber değişmez maddeleri, Türk devletinin dayandığı temel normdur. Her devletin temelinde bir temel norm yatmaktadır. Büyük hukuk bilgini Hans Kelsen’in ortaya koyduğu gibi, her devlet bir anayasaya dayanır ve her anayasada da devletin dayanağı olan bir temel norm bulunur. Amerikan devleti bir federasyondur. İngiliz devleti bir krallıktır. İsrail devleti bir din devletidir. İran devleti bir İslâm devletidir. Türk devleti de bir ulusal ve üniter bir merkezî devlettir. Devletin kurucu iradesini temsil eden Atatürk, Türk ulusu adına bu devlet modelini anayasal sistemin temel normu hâline getirmiştir. İşbaşına gelen iktidarlar bu temel norma uygun olarak hareket etmek durumundadırlar. Türk devleti yıkılmadıkça ve yerine yeni bir devlet kurulmadıkça, Atatürk’ün devlet modeli Türkiye Cumhuriyeti anayasalarında bir temel norm olarak varlığını sürdürecek ve geleceğe dönük olarak devletin bu ilkeler doğrultusunda kurumlaşmasını sağlayacaktır. Demokrasi kavramını alt kimlikleri yasallaştırma doğrultusunda kullananlar ulusal bir demokrasi olamayacağını gösterme çabası içerisinde, yeni bir Sevr haritası yaratarak alt kimlikli eyaletlere dayanan bölgesel federasyonu oluşturabilmenin çabası içindedirler. Tam bu aşamada, Türk devletinin dayandığı temel norm görmezden gelinerek Atatürk’ün devlet modeli tasfiye edilmek istenmektedir. Türk devletinin kuran temel norm görmezden gelinirken, küresel imparatorluk ardında koşan tekelci sermayenin iktidarına dönük bir yapılanma doğrultusunda Türkiye yeni bir temel norma ve devlet yapılanmasına sürüklenmek istenmektedir. Türk devletini kurmuş olan Türk ulusunun artık iradesine sahip çıkarak, Atatürk’ün kurmuş olduğu devlet modelinin geleceğe dönük varlığını koruyabilmesi için yeniden millî mücadele ruhuna yönelmesinin gerekliliği her geçen gün daha da artmaktadır. Önümüzdeki dönemde, devletin temelindeki ulusal ve üniter devlet temel normuna sahip çıkanlarla, emperyalizmin gerçekleştirmek istediği çok uluslu eyalet ve federasyon yapılanması ardında koşanlar arasında bir siyasal çekişmenin yaşanacağı görülmektedir. Türk ulusu kısa zamanda toparlanarak Atatürk’ün devlet modeline sahip çıkarsa, böylesine bir çekişme yaşanmadan toplumsal barış içerisinde Türkiye Cumhuriyeti geleceğe dönük olarak gelişmesini sürdürebilecektir. Toparlanma olmaz ve çekişme yaşanırsa, böylesine bir sürecin nerede duracağını şimdiden kestirebilmek olanaksızdır. Yeni bir dünya düzeni arayışı aşamasında Türk ulusunu belirsizliklere sürüklemeye hiç kimsenin hakkının olmaması gerekir. Atatürk’ün devlet modeli Türk ulusunu gelecekte güvence altına alabilmek açısından son derece yeterli bir sistemdir. Türk ulusu bu gerçeği bilerek hareket ederse bir çok emperyalist oyun bozulabilecektir. (Ankara: 04 Şubat 2010)